Ve ey Eylül günleri…
Kahrolası, yok olası darbe günleri, acılarla sonlanan hayatların başı
sen oldun, sonu sen oldun. Yaslı, hicranlı, hasret dolu, hukuksuzluk dolu nice
hallere sen şahitlik ettin. Başımıza bir kabus gibi çöktün, zulümlerle
gönüllere hüzünle girdin. Kederlerle hayatımızı sardın.
Hüzünler ülkesi Türkiye’mde hüzün ayı olsun artık senin adın…
Ve ey Başvekilim,
On beş aydır süren, asılsız, mesnetsiz, gülünç suçlamalarla geçen,
haksız, hukuksuz yargılamaların yapıldığı yassı ada duruşmaları, zülüm günleri
nihayetlenmişti… Yassıada kararlarını açıklanmış idamlıklar ve müebbetlikler
belirlenmişlerdi.
Karar verilmişti İmralı’nın yolu görünmüştü, bir mum gibi eriyen aziz
milletimizin Başvekiline, Aydın’ın zeybeğine, nezaket timsali, memleket
sevdalısı Menderesine...
Diğer yanda eşin Berrin hanımefendi idamları durdurmak için
çırpınıyordu. Milli Birlik Komitesine çektiği telgraflara cevap dahi
verilmiyordu. Bir umutla İsmet Paşa’dan randevu talep ediliyor, günlerdir talep
ettiği görüşme nihayetinde gerçekleşiyordu.
İsmet Paşa’nın Anıtkabirin hemen yanındaki, iki katlı bahçeli evin
acıdan, hüzünden, kederden çökmüş bir müstesna misafiri vardı... İşte o misafir
Menderes’in eşin Berrin hanımefendiden başkası değildi.
İsmet Paşa’dan idamı durdurması için müdahil olmasını istiyordu.
Darbeye yol alan süreçte darbenin gerçekleşmesi için her şeyi yapan İsmet Paşa,
bu safhadan sonra bir şey yapamayacağını kısık sesiyle söylüyordu!
Ve devam ediyordu, “ idamlara bende karşıyım şimdi oradan geliyorum,
çılgın vaziyetteler artık beni de dinlemiyorlar’ diyor ve oda sessizliğe
bürünüyordu. Anlaşılıyordu ki son bir ümit olarak görünen, İsmet paşada
umutları boşa çıkarmıştı. Duadan başkaca yapacak bir şey kalmamıştı.
Ve artık herkes kadere teslim olmuştu.
* * *
Mevsim Sonbahardı. Aylardan eylüldü ve günlerin on yedisiydi...
İmralı’da, hava dağınık, hava ürkütücü, insanların yüreğine kasvet yayıyordu.
Bir yandan davudi bir sesle Zil-zal suresinin son ayetleri okunuyordu. Diğer
yanda dışarıda gökyüzü dağınık, ağlamaya, gözyaşını dökmeye hazırlanıyordu.
Cinayet vakti yaklaştıkça yağmur yavaş, yavaş sepelemeye başlıyor ve gökyüzü
Menderes’ine ağlıyordu.
Ve İmralı’da misafir salonunun önünde postal sesleri...
Koridordan yavaş, yavaş düzenli adımlarla askerler gelip geçiyor ve
ayak sesleri zayıflıyordu. Belli ki, salonunun önünde duruyorlardı. Kuran-ı
Kerim’ den zil- zal suresinin son ayetleri ise bitmek üzereydi.
Hüzünlü ülkemin her bir yanında kahredici bir hüzün havası vardı.
Gökyüzü bile bugün bir başkaydı. Vicdanı olan kime dokunsan ağlayacak, ağlayıp
ta yağmur olup yağacaktı.
Ülkemin tarihine kara bir leke olarak geçecek olan cinayet işte bu
vakitlerde işlenmek üzereydi. Bugün belli ki geri dönülmez bir ufkun
günündeydik. Mübarek bir yolcu var ötelere yolcu edilecek.
Memleketine gecesine gündüzüne katarak, yeni baştan imar eden çarıklı
köylüleri iktidara taşıyan milyonların sevgilisi dünya adına son dakikalarını
yaşıyordu. Güler yüzlü Başvekilimin darağacına yürüyeceği vakit yakındı.
Ve son arzusu soruluyordu; Kendisine verilen yenice sigarasını,
titreyen zayıf parmakları arasında tutarken, dudaklarından son sözleri sessizce
dökülüyordu;
“Hayata veda ettiğim şu anda devletime ve milletime saadetler diler,
eşimi ve çocuklarımı şefkatle andığımı kendilerine bildirin. Vatanı ve milleti
Allah refah içinde bıraksın…’’
Hüzün kokan, pişmanlık soluyan günün saniyelerinde, dakikalarında
saatlerindeydik. Gökyüzü hüzünlü, insanlar üzüntülü, belli ki bir ağıt
yakılacak hüzünlü ülkemin, talihsiz Başvekiline…
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, gök gürlüyordu. Yağmur hızını
artırıyor ara, ara şimşekler çakıyor ve gökyüzü Başvekilin gidişine eşlik
ediyordu.
İki askerin ortasında ipe doğru yürüyen Başvekilim rahatlıkla misafir
salonu ile darağacının bulunduğu yer arasındaki seksen metrelik yolu da,
rahatlıkla geçiyordu.
Ve artık eller bağlı, diller bağlı, gönüller bağlı... Gözlerde korku,
vicdanda sızı yok, kafası dik, alnı açık yavaş adımlarla yürüyordu darağacına
bir başına… Milletimiz adına her anı, her saniyesi ürkütücü, üzücü, kahredici
artık yassı ada mahşer yeriydi...
Ağaçlardan savrulan yapraklar misali sarı zeybeğim savruluyordu
ötelere… Ülkemizin her hanesine, her gönlüne korlar düşüyor, yangınlar
çıkıyordu. Serçeler kaçacak yer arıyor, kargalar çığlık atarak kaçışıyorlardı
Şimşekler çakıyor, yağmur hızlanıyor, ortalık birbirine giriyor toz duman
oluyordu.
Meydan artık adeta kıyamet yeriydi ve infaz gerçekleşiyordu.
* * *
Ve ey Başvekilim,
Yüreğimizde hiç bitmeyecek bir hüzünle, hicranla gözümüzdeki yaşlarla
bizi baş başa bırakıyordun. Ahiret’e yolcu edilirken, gönüllere hüzün, dert,
keder, üzüntü adına her ne varsa doluyordu. Gözümüzden dökülen damla, damla
yaşlar gibi süzülüp gidiyordun.
Bir şanlı devrin, bir hizmet devrinin kapanıp, acz içinde devrin
açıldığı gündü, işte o gün… Hayallerimize giren kâbus, üzerime çöken
karabasandı. Anaların ağladığı, babaların sızladığı, bir milletin yetim kaldığı,
yasa boğulduğu gündü.
Yassı ada’nın, yaslı ada,
İmralı’nın utanç adası olarak anılacağı, akıllara yerleşeceği gündü.
Aklın, izanın, insafın, sevginin, hoşgörünün bilinmeyen ellere uçup
gittiği, boyunlara yağlı urganların dolandığı, yüreklerin yangın yerine
döndüğü, sırtlara süngülerin dayandığı çok acı günlerdi o günler.
* * *
Ve ey Başvekilim,
Seni bize, milletimize bırakmadılar. Ne kadar mütevazı, ne kadar
güler yüzlü ve edepli idin. Ne konfora, ne dünya nimetine bağlıydın, geceleri
gözüne uyku girmezdi. Yağmur yağıyor mu, çok mu yağıyor, az mı yağıyor nasılda
merak ederdin çiftçinin halini, ahvalini düşünürdün… Ve sabahları erken kalkar
namaz sonrası şantiyeleri gezer, kilometrelerce yolu yürüyerek ağzından
zikirlerle Başbakanlığa varırdın...
Severdin, sevilirdin, ne kadarda milletine mütevaziydin. Milletine
şefkatliydin... İnsanlardan bir insan olmayı becerebilen güler yüzlü bir
başbakandın. Bilmem kaç asırdır mağdur olan bu garip milletin yarınlara dair
umuduydun...
Ne desek, ne yazsak seni eksik anlatırız hakkını helal et mazlum
milletin mazlum Başvekili… Gözün arkada kalmasın bak yıllar sonra olsa da,
artık senin açtığın çığırdan yetişen, senin yolundan, izinden, yürüyen soylu,
imanlı demokrat, senin gibi siyasetçiler var... Bir bilsen şimdilerde artık her
şey çok başka...
Senin gibi bir yiğit geldi, senin ruhunu yaşattı, Ülkemizi kendine
getirdi.
Ve Ey Başvekilim,
Kelimelerim, cümlelerim kifayet etmese de seni anlatmaya, ayrılmak
istemiyor ruhum senden... Gönlümüzde hüzünle, gözümüzde yaşlarla Ruhuna
Fatihalar gönderiyorum.
Ruhun şad ola, Ruhun şad
ola Başvekilim…