Çok zaman önceydi.
İlkokul çağlarında hafızlığı
yarım kalan, o sevimli çocuk büyüyordu.
Ve yıllar birbirini
kovalarken, artık o deli dolu gençlik çağındaydı.
Ne karşı cinslere ilgi
duyuyor, ne de dünyevi başkaca şeyler ilgisini çekiyordu.
Ülkem diyor, memleketim diyor,
dinim diyor başkaca bir şey demiyordu.
Ülkeye dair, memleketine dair
öylesine söyleyecek çok sözü vardı ki...
Geleceğe dair, hayaller
kuruyor, rüyalar görüyordu.
Kurduğu hayallerde en iyi üniversitelerde
eğitim alıyor, yurt dışında yüksek lisanslar, doktora yapıyor, diller öğreniyordu.
Sonra doğduğu, büyüdüğü
memleketine geliyor kamuda yöneticilik yapıyordu. Yöneticilik yaptığı dönemde
siyaset ilgilenerek ver elini siyaset diyecek siyaset yoluyla memleketine hizmet
etmeyi düşlüyordu.
Önce milletvekili, sonra Bakan
belki de kader onu denk getirirse Başbakan bile olabilecekti!
‘Seni üst düzey bürokrasiye
kim getirecek ki’’ diye soracak oluyor…
O “kendimi öyle bir
yetiştireceğim ki onlar mecbur kalacak bana o görevleri vermeye’’ diyordu.
*
* *
Yıllar ne kadar da çabuk
geçiyordu. İlk kurduğu hayal gerçekleşiyordu.
Bizim mahallenin idealist
dindar çocuğu Üniversite sonrası yüksek lisans için Amerika’daydı.
Amerika öncesinde bizlere
‘‘derdim var benim derdim... ‘‘ diyordu.
Gecesi, gündüzü yoktu.
Okumadığı kitap kalmamıştı.
Dünya klasikleri, Türk
klasikleri çoktan okumuştu.
Liseli yıllarında İngilizceyi
rahatlıkla konuşuyor, okuyor ve hatta yazıyordu.
Küçük yaşlarda yarım kalan
hafızlığından ise geriye sadece birazcık Kuran Arapçası kalmıştı.
Müthiş bir hafızası, anlama,
kavrama, anlatma yeteneğini Rabbi ona nasip etmişti.
Derslerle, kitaplarla,
dergilerle o kadar çok haşir, neşir oluyordu ki sanki kafası kütüphane gibiydi.
Günlük dört saatlik uyku ona
çok gelirdi.
Öğlen saatlerde eğer mümkünse
bir saatlik bir şekerleme ona yeterde artardı bile...
Derdi olanın uykusu mu olur?
Derdi olanın, sevdası olanın
duru durağımı olur?
*
* *
Gençlerin
maneviyatsızlıklarını gördükçe çok üzülüyor ama elinden bir şeyde gelmiyordu.
Maneviyattan, dinden uzak
yetişen neslin hali ne olacak diyordu?
Memleketin çocuklarının
maneviyatlarının geliştirilebilmesi, önleyebilmesi için cemaatler, tarikatlara,
sivil toplum kuruluşlarının öneminden bahsediyordu.
Siyasette, bürokraside etkili,
yetkili yerlere gelince yetişmiş, dürüst, memleket çocuklarını bürokraside en
iyi görevlere getirecek onlarında memleketlerine hizmet etmesine imkân sağlayacak
önlerine açacaktı.
Memleketteki işsizliğe dahi
kendince projeleri vardı.
Nasip olursa siyaset yapacağı
dönemde ülkemizin büyük holdinglerinin bazı fabrikaları memleketine açacak ve
memlekette işsizliği minimum seviyeye indirecekti.
Tarımcılığa ve hayvancılığa
çok önem verecek, tıpkı okuduğu, tahsil yaptığı ülkelerde olduğu gibi
tarımcılığı ve hayvancılığı ilinde de geliştirecekti.
Onun siyaset yaptığı
zamanlarda her memleket çocuğunun derdine koşacak, derdiniz derdimdir diyecekti.
Hiç kimseyi hor, hakir
görmeyecekti.
Ve hiç bir zaman yalana,
dolana sığınmayacak, herkese dürüst davranacaktı.
Ne büyük, ne güzel hayalleri
vardı.
Çocukluğumun arkadaşının.
*
* *
Herkese her şeyden önce insan
nazarıyla bakıyordu.
Evet, önce “insan’’ diyordu.
İnsan en yüce varlık Rabbin
yarattığı eşrefi mahlûkat... ‘
‘insanı yaşatalım ki devlette
yaşasın... ‘‘
Her nerde, hangi mevkide
olursa olsun;
Dün merhaba ettiği insanlara
merhaba etmeye devam edecek, onlara vefa hissiyle hep dolu olacaktı.
Düne maziye, köküne öylesine
bağlıydı ki, onlara karşı değil siyaset döneminde ömrünün her safhasında vefa
hissiyle yaklaşacaktı.
*
* *
Böylesine büyük hedefleri,
hayalleri vardı benim çocukluğumun hemen her safhasında beraber büyüdüğümüz çocukluk
arkadaşımın...
Çocukluk arkadaşım yıllar
sonra hedeflerinin bir kısmını gerçekleştirdi.
Yabancı ülkelerde çok iyi
eğitimler aldı. Ülkesine, memleketine hizmet etmek için Türkiye’ye döndü. Ancak
hiç değişmeyecek ve her bir şeyine kefil oluruz dediğimiz insan zaman içinde
öylesine değişmişti ki...
Devlet bürokrasisinde bir
yerlerden başlaması beklenirken o özel sektör diyerek parayı tercih edecek ve
bizlere ilk hayal kırıklığını yaşatacaktı.
Ve biz onu kaybediyorduk.
İşte o gün iki damla
gözyaşıyla beraber içimden demiştim “arkadaşım öldü’’.
Sanki dün savunduğu ilkeler,
değerler, hizmet etme ülküsü, önce insan düsturu gitmiş yerini başka, başka
hayaller, başka, başka davranışlar, görüşler, fikirler almıştı.
Hâlbuki çok iyi bir milli ve
manevi altyapısı vardı. Memleketinde onu candan seven, çok iyi arkadaş çevresi
vardı. Arkadaşları da üniversiteler bitirmiş iyi eğitim almışlardı. Aslında
onun hayalleri, arkadaşlarının, mahallesinin hayalleriydi.
Hem mahallemizde, hem
çevremizde çok büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyordu. Büyük bir holdingte iş
başı yaptıktan sonra mahallesine, memleketine ara sıra uğrar oldu... Onu
tanıyan, samimi arkadaşlarının telefonlarını açmadı bile... Bazen şehirde
tesadüf ettiği o samimi dostlarını bir kafa selamıyla geçiştirmeye çalıştı.
Zaman içinde ise artık
tanınmaz haldeydi. Eski dürüstlüğünün, milli ve manevi değerlerinin kırıntıları
bile kalmamıştı.
O artık mevkiin, makamın,
yalanın daha da yükselebilmenin esiri olmuştu.
O artık yaşayan bir ölüydü
bizlerin gözünde.
Evet, bu acı vakıa bize çok
şey anlatıyordu.
İnsanların zaman içinde mevki,
makam, para eline geçince nasılda değişebileceklerine dair bir örnek vakıa
teşkil ediyordu.
*
* *
Şimdilerde böylesine insanlar
o kadar çoğaldı ki...
Devletin bir kademesinde ya da
bir partinin, bir kuruluşun bir organının başkanı olunca, dününü, bugününü unutan
bir çok insanlar var...
Gerçek kimlikleriyle, görünen
kimlikleri arasında tezatlıkları gizleyerek yaşayan sıradan insanlar var...
Dünde söylediklerinin bugün
tam zıddını yapan insan müsveddeleri var...
Neredesiniz...
Ey dost sözlü, dost yüzlü insanlar,
neredesiniz...
Neredesin vefa adına saatlerce
yağmur altında bekleyen muhabbet fedaileri nerelerdesiniz...
Nerdesiniz vefa adına
kendinden geçenler...
Nerdesin dostluğa, samimiyete
önem verenler...
Ülküsü için, ideali için,
memleketi için kendinden vazgeçenler...
Neredesin, neredesiniz?
Yoksa bizleri yalnız bırakıp
bir daha hiç dönmeyeceksine
başka ellerde misiniz?