Edgar Morin’e ait olan bu kitap
okunmaya değer.Bu kitaptaki tezler antroploji,sosyoloji,kültür tarihi gibi bir
birinden farklı disiplinler arasındaki ayrışmayı “insan-hayvan ve doğa-kültür
zıtlığı” paradigmalarınının yeniden tanımlanması gerektiğini ileri sürmektedir.
“Bütün veriler,insani olmayan
bir doğa ve doğal olmayan bir insan anlayışına son vermeye sürüklüyor
bizi.”(serge moscovici)
Vücudumuzun otuz milyar hücreden
müteşekkil,genetik bir sistem tarafından denetlenen ve üretilen ,Düşüne
beynimizin,konuşan ağzımızın,yazan ellerimizin biyolojik organlar olduğunuda
biliyoruz,fakat bütün bu bilgiler,insan vücudunun karbon,hidrojen,oksijen ve
azot bileşiminden oluştuğu bilgisi kadar kullanışsızdır.
Yazgımızın bütün canlıların
yazgısından çok farklı olduğu apaçık;doğadaki hayvanlara boyun eğdirdik,onları
ehilleştirdik,soylarını tükettik,sürdük,kafesledik veya korumaya aldık.Biz
ise,kendimize taştan ve çelikten kentler inşa ettik,makineler inşa
ettik,şiirler senfoniler yarattık,uzaya seyahat ettik.Descartes’tan bu yana
dogaya tahakküm etmeye,onu kontrol altına almak
ve ele geçirmenin görevimiz olduğunu addediyoruz. Hristiyanlık ,bütün yaşayan varlıkların ortak
yazgısına aykırı doğaüstü bir ölümle ölen bir insanın dinidir;hümanizm ise
doğaüstü yaşayışı bu yazgıdan kutulan insanın felsefesi:O insan ki nesneler
dünyasında özne,özneler dünyasında ise egemendir.Diğer yandan ,bütün insanlar
aynı türden gelmelerine,homo sapiens olmalarına rağmen,yabancı ülkelerdeki
benzerlerini tanımazdan gelen veya ondan insanlık sıfatını esirgeyen insan,bu
ortak doga paydasını yadsır durmadan.Grek filozofu bile Persliye bakınca
barbar,köleye bakınca canlı bir araç görüyordu.Bu gün her ne kadar her insanın
insan olduğunu kabul etmek zorunda olsak da bazılarını hemencecik “insancıklar”
diye dışlarız.İnsan doğası izleği Sokrates’ten Montaigne’e,Pascal’a kadar
sorgulanıp durmuştur yinede.Ancak,bu sorgulama bilinmeyeni ,kuşkulu
olanı,çelişkiyi ve hatayı keşfetmeye yönelikti.Bir bilgiyi değil ,bilgiye dair
kuşkuyu beslemekteydi.Nihayet Rousseau ile birlikte insan doğası,tamlık erdem,doğruluk
,iyilik olarak ortaya çıkacaktı;artık kendimizi,çaresiz kaybedilmiş bir
cennetin sürgünleri olarak görecek ve bundan yakınacaktık.Ve ardından,bu
cennetinde diğerleri kadar hayali olduğu keşfedilecekti. Paccal’ın kayıp
paradigması, Rousseau’nun yitik cenneti olan insan doğası fikri,tarihsel
evrimin ve medeniyetlerin çeşitliliğini şuuruna varılmasıyla,yumuşak bir
protoplazma haline gelecekti .Ancak doğa,yaşayan milyonlarca türün de
gösterdiği gibi kendi içinde bir çeşitlilik bir değişim ilkesi taşımaz mı
?Doğa,insana kadar varan evrim sürecini bünyesinde barındırmaz mı ?İnsan doğası
bu biyolojik niteliklerden yoksun olabilir miydi hiç ?(s:4-5)
Marx insan doğasına ilişkin şu formülü
ileri sürdü:Doğa bilimleri ileride insan bilimini kuşatacaktır;tıpkı insan
bilimlerinin doğa bilimlerini kuşatacağı gibi:ileride sadece bir tek bilim
olacaktır. Engels,insanı “doğanın diyalektiği”ne katmaya
çalışıyordu.Spencer,kendi sosyolojik kuramını toplumsal bünye biyolojik
organizma anolojisine dayandırıyordu ve ondan sonra pek çok kişi doğal seçilim
temelinde bir toplumsal Darwincilik geliştirmeye çalışacaktı.Freud da kendi
hesabına ,psişik sorunların kaynağını insan vücüdunda arayacak ve aradığını
cinsellikte bulacaktı.Fakat Spencer organizmacılık amiyane tabirle
analojilerden öteye gidemeyecek,serbest rekabetin kaba bir rasyonalizasyonu
haline gelecekti.Marx’ın ve Freud’un ilk hamlesi akamete uğradı,gelişme zemini
bulamadığından takipçisiz kaldı ve bir genlik hatası olarak
nitelendirildi;ardından yapısalcı çağın artçıları her iki doktrinden de her
türlü “dogacı” izi silmeye çalıştılar,bir yandan da “doğanın diyalektiği” teranesi
rafa kaldırıldı.20.yüzyılın ikinci yarısında antropoloji tam ,tam tersi bir
yönde “doğacılık” ile bütün bağları kesinlikle reddederek işe
başladı.Böylece,hümanist doğaüstü insan miti,antropolojinin tam merkezinde
yeniden kuruldu ve kültür/doğa karşıtlığı bir paradigma,yani bütün söylemleri
yönlendiren kavramsal bir model haline geldi.Bununla birlikte zıt kutuplu
insan/hayvan,kültür/doğa ikiliğinin gelip tosladığı bir kesinlik vardır:İnsanın
, bir biyolojik-doğal,diğeri psikososyal iki katmanın üst üste konmasıyla
çatılmadığı aşikardır;İnsanın insani yönüyle hayvani yönünü ayıran kesin bir
çizginin olmadığıda öyle.Her insan biyo-psiko-sosyolojik bir bütünlük olduğu
açıktır.Böylece biyoloji,biyolojizm içine sıkışmış oluyordu;tıpkı
antropolojinin antropolojizme,yani yalıtılmış bir insan anlayışına sıkıştığı
gibi biyolojide organizma içine kapalı bir yaşam anlayışı içine sıkışmıştı.Her
ikisinin de kendine has,orijinal bir konusu varmış gibiydi.Yaşam,fiziko kimya
özdekle,toplumla ve daha üst fenomenlerle ilgisiz,insan ise yaşamdan kopuk
gibiydi.
Bu gün ölmekte olan insan kavramı
değil,tabiattan ve kendi doğasından kopartılmış,yalıtılmış bir insan
kavramıdır,son bulması gereken şey kendi akılcılığının şatafatlı imgesine
hayran kalan insanın kendini putlaştırmasıdır.
Temel antropoloji,insanı kah hayvan
ötesi (yeni popüler biyolojik amentü) bir varlık haline getiren bütün tanımları
reddetmelidir,insanı diğer canlılardan ayırmak için yaşayan bir varlık olarak
tanımalı,varlıkbilimsel doğa/kültür ayrımını aşmalıdır.Ne pan biyolojizm ne de
pan-kültürcülük,daha zengin bir hakikatin peşinde koşmalı.İnsan biyolojisine ve
insan kültürüne daha büyük bir rol tanıyan bir hakikat olmalıdır bu;nitekim bu
rol,kültürün ve biyolojinin karşılıklı ilişkilerinde oynadıkları roldür.
Aslında insan dediğimiz varlık iki
tür doğuma muhatap olmaktadır;
-Biyolojik doğum
-Psikolojik doğum
Biyolojik doğumu biyoloji ilminin
izini sürdüğünüzde anlaşılır kılınabilir.Nitekim bununla ilgilide açıklanmayan
karanlık nokta açıklananlardan daha çok değil gibi.
Psikolojik doğuma gelince ;asıl
burada vaveyla kopmaktadır.Çünkü insanın
anlam arayışı ve burada (dünyada) bulunuşuyla ilgili soruları hala bitmedi ve
cevapları da tatmin eder durumda değil.Korku hemen her zaman Özgürlük tutkusundan
daha güçlü olmuştur.Korkunun baskın olduğu yerde cesaretle sorularda
sorulamamıştır tabiî ki.İnsanlar Kilisenin tehditleri karşısında hep geri adım
atmıştır.Çünkü canına karşılık merakını ortaya koyanlarda olmadı değildir.Kimi
zaman toplumun kuralları,kimi zaman Tanrıyla tehdit edilmiş çoğunda da galip
gelen sorularının peşinde olan değil sorulardan hazz etmeyenlerdir.
Bütün bu tartışmalar olurken bizde neler
oluyordu derseniz; Atasoy Müftüoğlunun deyimiyle
“zihinsel olarak , taşrada yaşıyoruz bizler”.
Şuayb BÜTÜN