10
Ağustos 1920 tarihi, Türk tarihinde “en uğursuz” proje olarak
nitelendirilmektedir. Sevr ile Osmanlı Devleti’nin bütün toprakları bölünmeye
kalkışılmıştır. Bu düzen İngiliz Başbakanı Lloyd George’un başının altından
çıkmıştır. Lloyd George’un, coğrafya ve tarihi olaylar hakkında çok az bilgisi
vardı. Lloyd George, Türkiye’yi geçmişi ve geleceği olan yaşayan bir organizma
olarak görmüyordu. Türkiye’yi sadece harita üzerinde bir toprak parçası olarak
değerlendirmekteydi.
Oysaki
bunun böyle olmadığını Lloyd George, 1922 yılında Atatürk hakkında, “ Asırlar
pek nâdir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki, o büyük dâhiyi
asrımızda Türk milleti yetiştirdi. Mustafa Kemal’in dehâsı karşısında elden ne
gelir?” diyerek anlamıştır.
Şark
Meselesi bir nevi’ Haçlı Seferleri’nin bitişi olarak da yorumlanmaktadır ve bu
sorun yeni problemler çıkartmayacak şekilde çözümlenmeliydi. Ancak bu amaca
ulaşamamışlardır. Aslında Şark Meselesi Batı dünyasının olaylara Avrupa
merkezli bir bakışıdır. Bu nedenle dün vardı, bugün de var ve yarın da
olacaktır. Çünkü Müslüman Türk milletinin Anadolu’dan tamamen atılmasına kadar
devam edecektir.
Bu
sebepledir ki Osmanlı Devleti üzerinde paylaşma senaryoları hazırlanmıştır ve
bunun doğrultusunda Balkan Savaşları ardından da I.Dünya Savaşı gelmiştir. Son
noktayı da Sevr ile koymak istemişlerdir. Hıristiyan nüfusu Tanzimat, Islahat
fermanları ile Türkler aleyhine kışkırtmaları, I.Dünya Savaşı’nı çıkartmaları,
Anadolu’da Ermeni ve Yunanlıları Türkler aleyhine kışkırtıp katliam
yaptırtmalar hepsi Şark Meselesi’nin sonucudur.
1856
tarihli Paris Antlaşması’nın 7. maddesi ile Osmanlı Devleti Avrupalı bir devlet
sayılmıştır ve böylece Avrupalı devletlerin hukukundan yararlanabilmesi
sağlanmıştır. Gerçekte ise bu böyle olmamıştır. Çünkü İngiliz siyasetine göre
Paris Antlaşması İngilizlere Türklerle ilgili her türlü konuya katılma hakkı
tanımaktaydı. Böylece Avrupalılar Osmanlı Devleri’nin iç işlerine daha çok
karışmışlardır ve Osmanlı Devleti’nin dış borçları gittikçe artmıştır. 1881
tarihinde kurulan Dûyun-u Umumiye İdaresi’nin de IMF’den hiçbir farkı yoktur.
Her iki kurum ile Türk ekonomisinin yabancıların eline geçmesini sağlamıştır.
AB ile de bu karışma siyaseti devam etmektedir. Hatta bazen AB için Türkiye’nin
150 yıllık hayali yorumları 1856 Paris Antlaşması’na dayanılarak yapılsa da
AB’nin Türkiye üzerindeki yaptırımları Türkiye’nin lehine hiçbir zaman
olmamıştır.
Günümüz Türkiye’si için de gelişmeler aynidir.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye uyguladığı ekonomik, siyasi, kültürel alandaki
dayatmalarının, Osmanlı Devleti zamanında yenilikler adı altında Türklere
dayattıkları baskılardan hiçbir farkı yoktur. Sadece isimleri ve zamanları
değişmiştir. IMF’nin Türkiye üzerindeki baskılarını da bunlara ekleyebiliriz.
Çünkü Sevr’in 22. maddesi kendi kendilerini henüz yönetme yeteneğinden yoksun
halklara ve ülkelere mandater sistemi önermektedir. Bu sistem de uygulamaya
razı olacak devletlere verilecekti ve her manda altına alınacak ülkenin
ekonomik, siyasi yapısı farklı olduğu için uygulamalar da buna göre
yapılacaktı. Dolayısıyla günümüz şartlarında IMF’nin uyguladığı dayatma
politikalarının Sevr’in bu maddesinden pek de farkı yoktur.
Uygulanan
yöntemler ve amaçlar büyük benzerlikler göstermektedir. Yani günümüz itibariyle
Şark Meselesi ve dolayısıyla Sevr bitmemiştir. Değişik yollardan tekrar hayata
geçirilmek istenmektedir. Sözde Ermenistan, sözde Kürdistan gibi meseleler bu
amaca hizmet etmektedir. Nitekim Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde ki
Kürtçülük ve Ermeni propagandaları da Şark Meselesi’nin günümüz uygulamaları
olarak karşımıza çıkmaktadır. 1878 Berlin Antlaşması ile Ermenilere verilen
ayrıcalıklar günümüzde sözde soykırım iddiaları ile devam etmektedir. Sevr ile
oluşturulmak istenen sözde Ermenistan projesi günümüz itibarıyla sözde soykırım
iddiaları ile hayata geçirilmek istenmektedir.
Ayrıca
Sevr haritası ile oluşturulmak istenen sözde Kürdistan haritası
karşılaştırıldığında bu iki haritanın birbirlerinden pek de farklı olmadıkları
görülmektedir. Amaç değişmemiş sadece araçlar zamana ve gelişen dünya
şartlarına göre değişmiştir.
Dolayısıyla
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren bu sorunlar azalmamış aksine
gittikçe artmıştır. Bunun sebebi Türkiye’nin uyguladığı politikalarda değil,
dış güçlerin Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde etkili olmalarında aranmalıdır.
Atatürk döneminin Ekonomi Bakanı Celal Bayar’ın hazırladığı 1936 tarihli Şark
Raporu’nda Doğu ve Güneydoğu bölgeleri hakkında ayrıntılı bilgiler
verilmektedir. Nitekim Atatürk döneminin Ekonomi Bakanı olan Celal Bayar 1936
tarihinde hazırlayıp sunduğu raporunda şöyle bir sonuca varmaktadır;
“ Doğu’da, bugün için dahi, tamamen
yerleştiğimiz iddia olunamaz. Dayanacağımız en mühim kuvvet, ordumuz ve
jandarmamızdır”.
Ancak
bu konuda da 1994 tarihinde Türkiye’nin gündemine ‘profesyonel askerlik’
kavramı getirilmiştir. 2010 yılı itibarıyla bu konu artan terör olayları üzerine
tekrar gündeme getirilmiştir. Dolayısıyla Malazgirt Zaferi’nden günümüze kadar
geçen süre zarfında Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde ortaya çıkan
menfî etkiler buralarda bir Şark Meselesi’ni ortaya çıkarmıştır. Burada
bahsedilen Şark Meselesi, Batı’nın ortaya koyduğu geniş çaptaki Şark
Meselesi’nin uzantısı olarak, Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra tam amaçlarına
ulaşamadıkları ve bu amaçlarını elde edebilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nde
ortaya çıkarılan Doğu ve Güneydoğu meseleleridir. Misyonerlik faaliyetleri de
çeşitli şekillerde devam etmektedir. Şark Meselesi ve uygulanmak istendiği
Sevr, günümüz itibarıyla başka isimler ve uygulamalar adı altında karşımıza
çıkmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılan girişimler de bu amaca
hizmet etmektedir. Yine Türkiye için zaman zaman gündeme getirilen Federal sistem
gibi yönetim değişiklik önerileri de bu amaçtan başka bir şeye çalışmamaktadır.
Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa bunu “ya istiklâl ya ölüm” olarak
ortaya koymuştur. Dolayısıyla günümüz Türkiye’si için bu sistemleri isteyenler
hangi düşünceye göre bunları talep etmektedirler? Nitekim Kazım Karabekir
Paşa’da bu konu ile ilgili olarak geçmişte şunları ifade etmektedir; “Bizi
parçalayarak yutmak isteyen dış güçler, Kürtlük hareketini de geçmişten beri
yayıyorlardı. Hıristiyan unsurların dışında Araplar, Arnavutlar gibi bu sessiz
İslam unsuruna da beylik, muhtariyet gibi zehirli haplar yutturuluyordu.
Meşrutiyetin ilanından sonra ‘adem-i merkeziyet’ diyerek bu gayeye ulaşmak isteyen
akılsız harisler türedi”. Yine Türkiye’nin AB’ye girme süreci içerisinde
Türkiye’ye verilen rapor ve belgelerde Lozan Antlaşması ile çelişen istekler
öne sürülmektedir. Bunların başında, azınlıklar ve hakları, yeni azınlık
oluşturma girişimleri, ülke bütünlüğünü ve milli birliği parçalamaya amaçlayan
istekler, yeni etnik gruplar oluşturma gayretleri, dini azınlıkların Lozan’daki
statülerini değiştirme çabaları gibi konular tamamen Sevr’deki dayatmaların
günümüz uygulaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunların yanında KKTC
üzerindeki baskılarda yine ayni zihniyetin ürünüdür. AB’ye giriş vizesi olarak
KKTC’nin ortadan kaldırılması Türkiye’den istenmektedir.
Yine
Ege ve Karadeniz’de de Pontus ve Bizans ideallerini gerçekleştirme çabaları
yine bu düşüncenin ürünü olarak değerlendirilmelidir. Bu konu ile ilgili olarak
şu değerlendirmeler de dikkate değerdir; “Lozan’ı içine sindiremeyenler,
Türkiye’ye Sevr koşullarını dayatıyorlar. AB hangi Türkiye’yi almak istiyor?
Kıbrıs’tan vazgeçmiş, Türk-Yunan dengesini kaybetmiş, Ermeni iddialarını kabul
etmiş, azınlık olmayan insanlarına azınlık statüsü vermeyi kabullenmiş,
dolayısıyla Sevr şartlarını kabul etmiş bir Türkiye’yi almak istiyor… AB
tarafından Atatürkçülüğün engel olarak gösterilmesi ürkütücüdür. Türkiye’nin
temelinde kaynağını tam bağımsızlıkta bulan ilkeleri vardır ve onu koruyan,
onun güvencesi Türk Ordusu. Avrupa Birliği, Türk Ordusunu idare edilebilir
duruma getirmek istiyor. Buna dikkat etmek gerekir”.
Nitekim Mustafa Kemal Atatürk’ün ortaya koyduğu
“Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışı ve amacı ortadan kaldırılmak istenmektedir.
Osmanlı Devleti gizli antlaşmalar ile parçalanarak topraklarında pek çok küçük
devletler oluşturularak ortadan kaldırılmak istenmiş ve büyük devletler
tarafından bu amaç I.Dünya Savaşı sonunda büyük ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Çünkü Türklerin Anadolu ve Rumeli’ye sahip olup yerleşmelerini bir türlü
içlerine sindirememişlerdir. Dolayısıyla, tam anlamıyla Türkleri Anadolu
topraklarından Milli Mücadele sayesinde atamadıkları için bu plan günümüz
itibarıyla devam etmektedir. Yeni amaçları Türkiye’yi küçük devletçikler haline
getirmektir. Dolayısıyla “Şark Meselesi” günümüz uygulamaları ile devam
etmektedir.
Lozan
Antlaşması ile “Şark Meselesi” ortadan kalkmıştır diyebiliriz. Lozan Antlaşması
ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti sağlam temeller üzerine kurulmuştur. Ardından
Atatürk dönemi güçlü bir Türkiye oluşmasında çok etkili olduğu için bu mesele
uygulamaya konulamamıştır. II. Dünya Savaşı yılları da dünyanın Almanya-
İtalya-Japonya üçlüsüyle uğraştığı bir dönem olduğu için Şark Meselesi yeniden
ortaya çıkacak bir ortam pek bulamamıştır. Mesele daha çok beklemededir. II.
Dünya Savaşı sonrasında artık Şark Meselesi-Sevr’in uzantıları, günümüze
uyarlamaları ortaya çıkmıştır. 21.yüzyıl Türkiye’si için ise durum gittikçe
daha tehlikeli bir durum almaktadır.