“Unutma, bir şiir bir mısra için okunur.” (D. Cündioğlu)
Kapıdaki Yüzler, Yıldırım Türk’ün ikinci kitabı. İkinci
kitabı daha iyi bir kelime örgüsüyle anlatılmış, gittikçe olgunlaşıyor izlenimi
edindim. Sade ve anlaşılır bir dille yazılmış, aslında iç geçirmedim de değil
biraz imge yoğunluğunda yazsa diye, ama başka okurları da dikkate alınca en
iyisi kararı yazarına bırakmak dedim.
Öykülerinde en dikkat çeken yönlerden bir tanesi
soyutlamaların olmasıdır. Kişileştirmeler, kişiler üzerinden anlatım yerine az
kişiler çok soyutlama denebilir. Kitaba da adını veren öykü tam bir ruhsal
bulantı hâlinin anlatımı. Her insanın yaşaması muhtemel hâlin röntgenini iyi
çekmiş denebilir. Yıllar önce okuduğum Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı’nı
hatırlattı okurken. Yaşanmış bir sanrı hâlinin yazıyla ifade edilmesi. Aslında
bir şeyi ne kadar soyutlarsan o kadar rahat söz söyler, anlatım kolaylığı
sağlar.
Hikâyeleri yaşadığı şehirde anlatılanlardan ve gözlemlerinden
hareketle yazan birisi, hem kamuda çalışıp hem okuyarak yazmak bir
ayrıcalıktır. Kendisi de zaten yazmaktan çok okumak gerektiğini söyler hep. Bu
kitabında “Geçtim Dünya Üzerinden” ve “Kapıdaki Yüzler” iyi bir başlangıç
olacağını bundan sonraki zamanlarda daha iyi hikâyelerin geleceğini haber veriyor.
Olayları kurgulaması ve anlatımı güzel. Okunduğunda herkes
tarafından anlaşılması ve üzerinde konuşabilmesi bir yazarın en çok istediği
şeydir diye düşünüyorum. İsmet Özel, bir söyleşisinde şöyle demişti: “Ben Ömer
Seyfettin gibi olmak isterim, hem kendi çağında hem de kendisinden sonraki
kuşak okuduğunda aynı şeyleri anlamasını…” Yıldırım Türk de o tarife giriyor. Benim
tarzım imge ve dolaylı anlatım olduğu hâlde kitabını bir çırpıda okudum. Kapıdaki
Yüzler gibi sanrı hâlini bile anlatırken dolanıksız ve sade, arı duru bir
anlatım tekniğini seçmiş. Kitabın öyküsünü anlattığı “Geçtim Dünya Üzerinden” hikâyesinde
de aynı yöntemi, sadeliği seçmiş.
Yazar içinde yetiştiği çağdan hatta şehirden izler taşır. İçinde
yaşadığı toplumun çelişkilerini, sorunlarını, kendince analiz edip çözümlemeler
sunar. Yazarın hikâyelerinde bunlar var ama bundan sonraki hikâyelerinde
bunlara daha yoğun bir şekilde yer vereceğini umuyorum. Bir yazar demişti
geçmişte “Tarihi, tarihçilere değil romancılara yazdırmak gerekir.” diye. Çünkü
roman, hikâye de böyle olayları anlatırken tarihçilerin yapamadığını
kahramanlar üzerinden yapılabilir diye düşünüyorum.
Yazar bu kitaptaki hikâyelerinde Anadolu irfanını (hayatın
acımasızlığı ve değişen insanların bir türlü karşı koyma aparatlarını
geliştiremediğimiz vahşi kapitalizme eleştiriler) konuşturuyor. Makam ve mevkilerin
insanlara olumsuz tesirini, ikiyüzlülükleri, daralan zamanlarda üretilen
rastgele çözümleri, iç burkulmaları, iç geçirmeleri iyi anlatmış. Hep ısrarla
koruduğu bir mevzisi var Anadoluluk, zamana karşı yitirilen veya
geliştirilemeyen direnme araçları.
Yazmaya devam edecek biliyorum toplumsal sorunlara ilişkin
daha keskin bakışlar ve eleştiriler getirir mi onu bilemem. Zira kimseyi kırmak
istemeyen bir bakışa (naif) sahip. Yine de biz beklentimizi iletelim gerisi
kendisine kalmış. Bir sonraki kitabını bekliyoruz sabırsızlıkla.