Kaçımız cesaret
edebiliyoruz aynadaki iskeletimizle yüzleşmeye? Tek hakikat o değil midir?
Seldeki kütük gibiyiz. En acısı da bu girdaba nasıl düştüğümüzden, nereden
gelip nereye gittiğimizden bihaberiz. Kötülüğün kapısına o ilk adımı nasıl
attık? Hatırlamak istemiyoruz. Yalnız işimiz düştüğünde sıkı sıkıya
sarıldığımız, sığındığımız o uhrevî limandan kaçıyoruz. Doğruluk üfüren tüm
gözenekleri tıkıyoruz, tahammül edemiyoruz onlara.
Hep
bir telaş var bizimle uyanan. Gözlerimiz hırslarımıza odaklı. Daha çok
tıklanmak, daha çok beğenilmek, daha çok onaylanmak istiyoruz. Emellerimize
ulaşmak için kaç yürek ezdik? Kimsenin sırtında ayak izimiz var mı?
İnsanlığımız nefsimizin çarklarında eziliyor, eziliyor... Küçüldükçe küçülüyor,
un ufak oluyoruz.
Bir şeyleri yetiştirmek isterken asıl işlerimizi
erteliyoruz hep. Dünyevî dertlerimiz dahi ben ülkemize dâhil. En
baslı müziklere kulak kabartırken en içli seslere sağırız nedense. Kimsenin
kimseye güvenmediği, ötekine duyarsızlaştığı, gönlümüzü paslandıran, gittikçe
taşlaştıran sessiz bir kaosun içerisindeyiz.
Sahi
nereye gidiyoruz?