Bu yazıyı 16 Kasım 2018 tarihinde Cuma namazı öncesi
dinlediğim vaaz üzerine yazmak istiyordum, ancak ayakkabılarımla alakalı bir
gelişme düşüncemin tehirine sebep olmuştu. Aradan geçen günler o gün yazmak
istediğim bazı hususların unutulmasına, bazılarının değişmesine ve bazılarının
da gelişmesine vesile oldu. İlk düşünülenlerin yazılması elbette o anki sahip
olunan fikirlerin neşrine zemin hazırlıyor ve kanaatimce samimi özellikler
taşıyor, ancak durup düşünmenin de olumlu yanları bulunuyor ve zannımca
“demlenme” denilen hadise de böylelikle gerçekleşiyor.
Vaiz efendi konuşmasında: “Allah Teâlâ’nın işlenen bir
hatayı bir günah, hayır ve hasenatı da on katı sevap olarak yazdığından bahisle
bir insanın normalde cehenneme gitmek için çok çaba sarf etmesi gerektiğini,
hâlbuki cennete gitmenin daha kolay olduğunu, zira olumlu bir harekete karşı
bazı vakitlerde ve durumlarda bazen on, bazen yüz ve bazen de yedi yüz ve bin
sevap verildiğini” söylüyordu. Düz mantıkla düşünüldüğünde vaiz efendi doğru
söylüyordu, ancak o hafta sonu ve muhtemelen Pazar günü bir tv programında
eğitimci-psikolog ve daha bilmem hangi mesleğe sahip işin uzmanı birileri ise
insanın kötülük yapmak için daha çok imkânının bulunduğunu, oysa iyilik yapmak
için fırsatın insanların önüne nadir çıktığını söylüyor ve vaizin dediğinin
tersine bir korelasyondan bahsediyorlardı. Nasrettin hoca misali, bu kimseler
de doğru söylüyordu aslında. Nitekim gündelik hayatımızı dikkate aldığımızda
trafikte kızıp sinirlenmemiz için onca sebep varken,
petrolün-doların-altının-faizlerin düşmesine karşın fiyatların hâlâ düşmeyişine
ve hatta bazılarının yukarıya doğru seyrine bakarak kızmak ve bir sürü laf
etmek söz konusuyken, çevremizde olan ve kokuşmuş dünyanın artık ikiyüzlülüğü
de bir yana bırakıp tüm çıplaklığıyla arz-ı endam ederek seyeran etmesi
karşısında söyleyecek yığınla sözümüz bulunmasına rağmen gönüllerimizi
şenlendirecek bir haber duymayışımız ve bir hareket görmeyişimize ne demeliydi?
Yoksa olanlar başkaydı da biz hadiseleri görmek istediğimiz gibi mi görüyorduk?
Mesela bu yazının başlığında olduğu gibi, neden kötüden veya olumsuzdan iyiye
ve olumluya değil de iyiden kötüye doğru yol alıyor, cümlelerimizi olumludan
olumsuza doğru kuruyorduk? Aynı şeyi hikâyelerimiz ve masallarımız söz konusu
olduğunda da tekrarlıyor ve “bir varmış bir yokmuş” derken yönümüzü varlıktan
yokluğa, olumludan olumsuza doğru dönüyorduk? Çocuklarımız, öğrencilerimiz,
arkadaşlarımız, akrabamız, yöneticilerimiz, işimiz, gelirimiz, hayallerimiz ve
projelerimiz, başkalarıyla ilişkilerimiz söz konusu olduğunda neden şükretmiyor
da hep şikâyet, ama hep şikâyet ediyorduk? Hâlbuki Yaratan’ın bazı ifadelerine
dikkat edecek olsaydık eğer geceden gündüze, yokluktan varlığa, olumsuzluktan
olumluya doğru bir sıralamanın olduğunu da görürdük. Gerçi bunun tam tersi
ifadelerin bulunduğunu da göz ardı etmememiz gerekir, ancak dengeyi, eskilerin
deyimiyle muvazeneyi nasıl kuracaktık?
Öncelikle başlığa dair bir şeyler söylemem icap eder.
Gitgide maddileşen ve grileşen hayatımızda kâr denildiğinde çoğumuzun aklına
gelen ilk şey para oluyor ve nedense kâr eşittir para şeklinde bir düşünceye
doğru frenleri tutmayan ve son sürat giden bir araç gibi yol alıyoruz. Neden
her şeyi paraya tahvil ediyor ve neden her şeyi para üzerinden
değerlendiriyoruz? Yoksa şu bir yandan acımasızca eleştirirken bir taraftan da
içine girmeye ve kabul edilmeye can attığımız Batı dünyasının oyununa geliyor
ya da onlardan geri kalmamak uğruna onların renkleriyle mi renklenmeye
çalışıyoruz? Yıllar önce çocuklarıma söylediğim şu sözü ne ben unutuyorum ne de
oğlum unutturuyor: “Kimi kaybettiğine üzülür kimi de kazanamadığına.” Sütsüz
Kahve hikâyesinde olduğu gibi, kaybetmek ile kazanamamak aynı şeyler olmamasına
karşın nedense aynıymış gibi değerlendiriliyoruz. Birisi elinde olanı
kaybettiğine üzülürken, diğeri henüz kendisinin olmamış olanı kaybettiğine
üzülüyor ve asla bu iki kayıp aynı şey olmuyor. Oysa çoğumuz aynı yanılgıyı
yaşıyor ve varlık ile yokluğu aynı düzlemde değerlendiriyoruz. Aklıma hemen yıllar
önce okuduğum: “İnsanların en âcizi dost edinmeyendir. Bundan da âcizi ise
dostunu yitirendir” şeklindeki söz geliyor. Lidyalılar parayı bulmadan önce
acaba her şey neyle değerlendiriliyordu ve kâr denildiğinde akla ne geliyordu?
Yoğun bakımda yatan bir hastanın parmağını kımıldatması ya
da gözünü hafifçe aralaması, yetim veya öksüz bir çocuğun sevindirilmesi
üzerine gözündeki ve yüzündeki gülümseme, açlıktan ve yokluktan takati kesilmiş
birisine sıcacık bir çorba ikram olunması, soğuktan donmak üzere olan
birilerinin sıcak bir eve alınması, uçurumdan düşmek veya atlamak üzere olan
insanın elinden tutulması, ağaca çıkıp da inemeyen bir kedinin aşağıya
indirilmesi, uçamayan bir kuşun kanadının iyileştirilmesi, suyun dışında kalmış
bir balığın tekrar suya bırakılması, kuyuya düşmüş bir insan ya da hayvanın
çıkarılması, ödeyemediği borcunu onur meselesi yapmış ve intihara karar vermiş
birisine yardım edilmesi, iftiraya uğramış birisinin aklanması, hürriyeti
çeşitli sebeplerle elinden alınmış birisine hürriyetinin iade olunması ve daha
sayamadığım pek çok olumlu hareket az kâr mıdır dostlar? Ve layık olmadığımız
halde ve ufak bir iyiliğimiz karşılığında bağışlanmamız, merhamete ve şefkate
duçar olmamız nasıl bir kârdır ve istatistiksel ya da rakamsal olarak getirisi
nedir?
Öğrencilerimiz olmazsa hocalığımızın, hastalarımız olmazsa
doktorluğumuzun, askerlerimiz olmazsa komutanlığımızın, cemaatimiz olmazsa
imamlığımızın, milletimiz olmazsa devlet başkanlığımızın,
eşimiz-çocuklarımız-dostlarımız ve sağlığımız olmazsa sahip olduklarımızın,
kulluğumuz olmazsa insanlığımızın ne ehemmiyeti olabilir ki sahi?
Apartmanımızda ve evimizde tek başımıza kalmak, ıssız kalan dünyada yalnız
yaşamak, yemeği tek başına yemek, çayı ve kahveyi yalnız içmek, maçı tek kale
oynamak, tahterevalliye bir başına oturmak, hayat denilen uzun ve çileli yolu
tek başına yürümek, ölüme giderken yapayalnız olmak ne zor şeydir. Seçimlerimiz
çok önemli gerçekten, zira hem bu dünyamız hem de ötekisi seçimimize göre
şekilleniyor. Gerçi küçük kızım Gülşah, her seçimin bir vazgeçiş olduğunu
söylüyor, ancak birilerinden ve bir şeylerden vazgeçmeden de seçim yapamaz
mıyız acaba? Yani hem bu dünyadan vazgeçmeden hem de öteki tarafa yatırım
yapmayı ihmal etmeden, hem dostlarımızı kaybetmeden hem de yeni dostlar
kazanmayı terk etmeden, hem çalışmayı ve para kazanmayı bırakmadan hem de
muhtaç olanlara yardım etmeyi aksatmadan, bir yandan yaşlanırken yaşlanmanın
bir nimet olduğunu göz ardı etmeden, emsal ve akranımız sessiz ve sedasız bu
dünyadan göçüp giderken ölümün de bir nimet olduğunu unutmadan yaşamak mümkün
değil midir? Elbette mümkündür diye düşünüyorum, çünkü ölüm de hayat da, kâr da
zarar da, varlık da yokluk da, mükâfat da mücazat da aynı anda var ve hepsi iç
içe. Ancak oğlum Yavuz Selim konuya başka bir boyut kazandırıyor ve iktisatta
başka bir terimden söz ediyor. Diyor ki: “Bir şeyin bedeli ya da fiyatı o şey
için neyden vazgeçtiğindir.” Şimdi bu önermeye baktığımızda örneğin, ders
çalışmanın bedeli uykusuz kalmaktır şeklinde bir sonuca ulaşıyoruz, ama bir
yandan da çalışmanın bedelinin emeğin karşılığını almak ve hedefe ulaşmak demek
olduğunu görüyoruz. Tersinden bir önermeyle bu defa sadece ve sadece gezip
tozup eğlenmenin ve başka bir şey yapmamanın bedelinin tembel olmak, asalak
olmak, hatta değersiz olmak anlamına geldiğini; yine çalışmamanın ve
üretmemenin bedelinin fakir kalmak, kazanamamak, umutsuz olmak, birilerine
bağımlı yaşamak olduğunu anlıyoruz. Merhamet etmemenin bedelinin merhamet
görmemek, paylaşmamanın bedelinin zor günde yardım almamak/alamamak, sadece ve
sadece bu dünyayı düşünmenin öteki tarafı kaybetmek, bencilliğin dostsuz
kalmak, sevgisizliğin mutsuz olmak, kibrin yalnızlık olduğunu duyarak ve
yaşayarak öğreniyoruz. Dostlarımızı terk edersek eğer dostsuz kalacağımızı,
parayı öncelersek eğer mutsuz olacağımızı, yapmamız gereken bir hareketi ya da
söylememiz gereken bir sözü zamanında yapmaz ve söylemezsek eğer maliyetin bize
ileride çok pahalıya mâl olacağını unutmamalıyız.
Bir yılı daha bitirmeye çalıştığımız bu günlerde şirketler
bilançolarını hazırlamaya, seçime gitgide yaklaştığımız demlerde siyasi
partiler anketlerini ve hesaplarını yapmaya, dönem sonu sınavları yaklaşırken
öğrenciler notlarını hesaplamaya başladılar bile. Peki, bizler kâr ve zarar
değerlendirmesi yapmayı düşünüyor muyuz, yapacak mıyız ve yapmalı mıyız
kıymetli dostlar? Ne kazandık ne kaybettik, kazandık mı kaybettik mi yoksa
kazandığımızı ya da kaybettiğimizi mi zannediyoruz?
Sonunda kazananın hep ölüm olduğu söyleniyor, sizler ne
diyorsunuz sahi?
Selametle kalın kıymetli dostlar…