Rahmetli Neşet Ertaş, bozkır insanının düşündüklerini ve
yaşadıklarını sazıyla ve sözüyle aksettiren sanatçılar içinde en çok
dinlediğimdir. Abdal geleneğinin belki de son temsilcilerinden birisi, hatta
sonuncusu… Muhakkak ki abdallık geleneği onunla başlamadığı gibi onun aramızdan
ayrılışıyla da sonlanmayacak, ancak onun bu geleneğe kattığı tavır ve tat büyük
ihtimalle bir daha hiç olmayacak.
Onun bu özelliğini inşa eden elbette ki doğup dolaştığı
mekânlar, yaşadığı dönemin Türkiye’sinin içinde bulunduğu şartlar ile bizzat
kendisinin yaşadıkları ve gördükleridir. Anadan öksüz kalışı, babasıyla düğün
dernek dolaşarak boğaz tokluğuna oynayışı ve sonra da çalışı, aynen içinden
çıktığı geleneğin felsefesine uygun şekilde her gördüğü güzele gönül verişi, en
sonunda çaresiz bir sevdaya-karasevdaya yakalanışı, yurdunu terk edişi,
kendisini önce sazına sonra meşrubat-müskirat ve mükeyyifata verişi, kısa da
olsa hapishane hayatı, kadir kıymet bilir bir Anadolu çelebisinin “altın yere
düşmekle pul olmaz” anlayışı çerçevesinde hareket edip o cevheri parlatmak için
gösterdiği çabalar, bağrından çıktığı milletine geri dönüşü ve milletimizin onu
baş tacı edişi, nihayetinde de devletimizin sahip çıkışı gibi başlıklarla
açıklanabilecek bir ömür sürdüğü hepimizin malumu.
Ben ne şairim ne de edebiyatçıyım, ancak onun neler
hissettiğini, onun gibi olmasa bile anlayacak kadar, bozkır denilen coğrafyada
dolaştım, kendi çapımda yokluğu ve çaresizliği gördüm, gurbeti yaşadım ve
nihayetinde ait olduğum ve bulunmam gereken yere döndüm. Benimle akran olmasına
karşın onu benim gibi dinleyenlerin ve zihin dünyasında farklı yolculuklara
yelken açanların sayısının çok da fazla olmadığını düşünüyorum. Hani derler ya
“anlatılmaz yaşanır” diye, aynen onun gibi, ne eşim ne de çocuklarım onu benim
gibi anlayamazlar, bunu biliyorum ve kabul ediyorum. Ne zaman rahmetliden bir
parça söylesem ya da bir uzun havaya başlasam, bizimkiler hemen “babam yine
başladı, yine dertlendi” diyor ve gülüyorlar. Varsın öyle düşünsünler “herkes
kendi çağının ve coğrafyasının insanıdır, hatta hepimizin vatanı
çocukluğumuzdur” diyerek kendi yoluma devam ediyorum.
Rahmetli anamın da dertli türküleri çok sevdiğini ve bana
sürekli onları söylettiğini yazılarımda zaman zaman ifade ediyorum. Onları
söyledikçe ben çocukluğumu yeniden yaşıyor ve o zamanlara gidiyorum tabii ki,
bir film şeridi gibi geçip gidiyor gözümün önünden eski zamanlar... Bazen
hıçkıra hıçkıra ağlamak geliyor içimden, bazen geride kalan bir damla gözyaşı
oluyor ve onu göstermemek adına, “erkekler ağlamaz” diyen hanım sanatçıyı
yalancı çıkarmamak için yönümü dönüyor, bakışlarımı kaçırıyorum
etrafımdakilerden.
Rahmetlinin nasıl bir hayat sürdüğü hepimizin malumu, özel
hayatın gizliliği esası doğrultusunda bu konuda kelam etmek istemiyorum. Bunun
sebebi öncelikle kalpleri ancak Allah’ın bileceği gerçeği ve kişilerin
kararının kendisini bağlayacağı anlayışıdır. Bir müzik üstadı olmadığımdan onun
türkülerini tarz olarak kabaca uzun havalar ve oyun havaları şeklinde
değerlendiriyorum. Türkülerine konu ettiği o kadar çok malzeme var ki, onlara
girmeyecek sadece derinliği olduğunu düşündüğüm şu türküsü hakkında birkaç
kelam edeceğim. Türkünün sözlerini kendi söylediği mahalli biçimiyle veriyorum:
Yar hoyrata datlı kelam eyleme
Hoyrat olan dil kıymetin bilemez
Kargayı bağına goyup ağleme/eğleme
Karga olan gül kıymetin bilemez
Kerem gibi canın nâra yakmıyan
Mecnun gibi çilesini çekmiyen
Yâr aşkına gözyaşları dökmiyen
Ağlamıyan sel kıymetin bilemez
Gül cemalin gayıp edip aratma
Şo gonümün ışığını garartma
Zülüflerin yâd ellere daratma
Kul olmıyan tel kıymetin bilemez
Kadir kıymet bilmek, bugün için unuttuğumuz ve son kullanma
tarihi geçmiş kelime ve anlayışlardan olabilir, hatta rahmetlinin kendisi bir
türküsünde:
“Bilemedim kıymetini kadrini
Hata benim günah benim suç benim…” diyerek bizlere öncülük
etmiş ya da olacakları önceden görüp bunu bir nevi normal bir şeymiş gibi
göstermeye çalışmış olabilir, işin orasını bilemeyiz. Kişisel olarak kendisinde
çok kuvvetli bir iman olduğunu düşünenlerdenim, çünkü gösterişten uzak ve
içinden geldiği gibi konuşan birisi olarak gördüğüm rahmetlinin Allah’a iman,
mana âlemi, kader, tasavvuf, umut, aşk, sevgi vb. konularda o kadar derinlikli
sözleri mevcut ki, bunları arka arkaya sıralamaya kalksam işin içinden çıkamam.
Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de insanın pek zalim ve nankör oluşuna dair epey
bir Âyet-i Kerîmesinin mevcut olduğunu bilmeyenimiz yoktur herhalde. Her şeyi,
olanı da olacak olanı da bilen Allah Teâlâ nankör oluşumuzla ilgili bu kadar
söz söylüyorsa, o zaman bize karşı yapıldığını düşündüğümüz nankörlük
karşısında neden şaşırıyor ya da bozuluyoruz? Sonuç nankörlük olsa dahi biz
doğru olanı yapalım ve kadir kıymet bilelim derim.
Divan Edebiyatı denildiğinde konuların başında geleninin aşk
olduğunu, aşk deyince de yelpazenin ilahi olandan beşeri olana ya da beşeri
olandan ilahi olana doğru dairesel yönde hareket ettiğini biliyoruz. Aşkı insan
dışında bitki ve hayvan motifi üzerinden anlatan şairler örnek olarak bülbül
ile gülü tercih etmişlerdir. Toprağında güllerin bittiği ve güllerin dallarında
bülbüllerin öttüğü Kırşehir coğrafyasından seslenen Neşet usta, bu türküsünde
ilk örneği gül ve karga üzerinden, ikinci örneğini aşkta zirve görülen Kerem ve
Mecnun’dan, son örneği de aşkın en son noktası olan kulluktan vermiştir. İlahi
olanla beşeri olanı iç içe geçirerek ve mecazları kullanarak söylediği bu
türküsü benim için çok anlamlıdır. İnsanlarla ilişkiler, sevginin derecesi ve
gücü, mahremiyet gibi gerek sosyolojiyi ve gerekse kültürü ilgilendiren
konularda irfanımızı da işin içine katarak düşünmeliyiz. Hayal ettiklerimizin,
elde etmeyi düşündüklerimizin o kadar da kolay olmadığını, bedel ödemek
gerektiğini dikkatimizden uzak tutmamalıyız. Kolay elde edilenlerin ve maliyeti
az olanların kıymetinin düşük, süresinin kısa ve tesirinin de az olduğunu
unutmamalıyız.
Kul olmamız ve kaybettiğimizi düşündüğüm irfanımızı tekrar
elde etmemiz dileklerimle selametle kalın kıymetli dostlar…