Yusuf Akçura, 2 Aralık
1879’da Kazan’ın Simbir şehrinde doğmuştur. Babası çuha fabrikatörü olan Hasan
Efendi, annesi ise Bibi Kamer Banu Hanım’dır. İki yaşında babasını kaybeden ve
annesi tarafından büyütülen Akçura, maddi nedenlerden dolayı yedi yaşında
İstanbul’a taşınmıştır. İlköğrenimine Mahmut Paşa İlkokulu’nda başlamış, Kara
Hafız İlkokulu’nda devam etmiştir. Askeri Rüştiye’yi bitirip ardından da
Harbiye Mektebi’ne başlamıştır. Ancak Harbiye’de Genç Türkler’e katılmak ve
destek olmak suçundan arkadaşı Ahmet Ferit Tek’le birlikte Divan-ı Harb’e
gönderilmiş ve askerlikten uzaklaştırılmıştır. Divan-ı Harp kararıyla
Trablusgarp’a sürgüne gönderilen Akçura, bir müddet burada hapiste kaldıktan
sonra, Genç Türkler’le Yıldız Sarayı arasında yapılan bir anlaşma neticesinde
hapisten çıkarılmış, cezasını serbest bir şekilde çekmesine karar verilmiştir.
Bir süre sonra rütbesi iade edilen Akçura,
Trablusgarp fırkası Erkan-ı Harbiye’sinde öğretmen olarak çalışmaya başlamıştır.
Kalan cezasını çekmemek için, 1899’da arkadaşı Ahmet Ferit’le birlikte
Trablusgarp’tan kaçarak Paris’e geçmiştir. Paris’te Serbest Siyasi İlimler
Okulu’na kaydolan Akçura, 1903’de “Osmanlı Saltanatı Kurumları Tarihine Ait Bir
Deneme” adlı çalışmasıyla okuldan
üçüncülükle mezun olmuştur.
Kazan’da kaldığı süre zarfında Kazan Muhabiri
adlı bir gazete çıkartmıştır. Akçura, 28 Ocak 1905’de Rus hükümetine Rusya
Türkleri’nin dini, idari ve milli taleplerini bildirmek üzere kurulan dört
kişilik komisyonda yer almış ve Türkler’in taleplerini iletmiştir. 1905’de
gerçekleştirilen Birinci Rusya Müslümanları Kongresi’ne de katılan Akçura,
alınan karar gereği kurulan “Müslüman İttifakı Partisi”nin Genel Sekreteri
olmuştur. Rus Çarlığı’nda Türkler’e uygulanan baskının artması sonucu takibe
alınınca da Osmanlı İmparatorluğu’nda II. Meşrutiyet ilan edilmesiyle birlikte,
1908’de İstanbul’a dönmüştür. Akçura, I. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul’un
İngilizlerce işgal edilmesi sonucu Anadolu’ya geçerek, Türk Kurtuluş Hareketi’ne
katılmıştır. Bağımsızlık Savaşı sonrasındaki milletvekili seçimlerinde
İstanbul’dan milletvekili seçilerek 1923’de meclise girmiştir. 1925’de yeni
kurulan Ankara Hukuk Fakültesi’nde siyasi tarih profesörlüğüne tayin
edilmiştir. 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni kurmakla görevlendirilen
aydınlar arasında yer almış, 1932’de cemiyetin başkanı olmuştur. 11 Mart
1935’de, bir kalp krizi sonrasında, geride birçok fikri eser bırakarak hayata veda
eden Akçura, İstanbul’da toprağa verilmiştir.
Üç Tarz-ı Siyaset
Son
dönemlerinde yetişmiş önemli fikir insanlarından Yusuf Akçura, ‚Üç Tarz-ı
Siyaset isimli ünlü eserini Kazan’da yazmasına rağmen, Sovyet idaresinden
çekindiği için, 1904 yılında Kahire’de çıkan Türk Gazetesi’nde birbirini
izleyen iki makale olarak yayımladı. Üç Tarz-ı Siyaset, Osmanlı Devleti’ni
kurtarma amacıyla ortaya konan üç temel fikriyatı fayda, zarar ve
uygulanabilirlik açısından derinlemesine ve tarafsız şekilde inceliyor. Akçura’nın
makalesinde üzerinde durduğu üç temel husus şunlar olmuştur:
1- Bir Osmanlı ulusu meydana getirmek yani
‚Osmanlıcılık.
2-
İslamcılığa dayanan bir devlet yapısı kurmak yani ‚İslamcılık.
3-
Türk siyasal ulusçuluğu meydana getirmek yani ‚Türkçülük.
Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük
görüşlerinin karşılıklı olarak mukayesesini ilk defa Yusuf Akçura yaparken;
Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirlerini tahlil ediyor ve sonuçta en
uygun siyaset tarzının ‚Türkçülük olduğu vurguluyordu. Eski Hristiyan tebaa ile
yaşanan 1912 Balkan Harbi neticesinde Osmanlıcılık, I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı
Sultanının Halife sıfatıyla ‘cihad’ ilanına rağmen ortaya çıkan Arap isyanlar
ile de İslamcılık fiiliyatta anlamlarını yitirmiş idi. Türkçülük ise neredeyse
tek alternatif gibi kaldı. İttihâd ve Terakki’yi ve müteakiben Atatürk’ün de
benimsediği bu fikir akımı doğrultusunda; Atatürk’ün ‘Millet’ tanımı da Yusuf
Akçura’nın tanımı ile uyuşmakta idi. Nitekim, Atatürk: ‚Millet, dil, kültür ve
mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaşların teşkil ettiği bir siyasi ve
ictimai heyettir. derken, Yusuf Akçura’nın millet tarifinde dini birlik
aranmadığı gibi, ana unsurun ırk ve dil olduğu, bu tanımlada Atatürk’ün
görüşüne paralellik olduğu görülmektedir.
Makalede
Akçura, dönemin üç önemli siyasi akımı olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve
Türkçülüğü ele almış ve bu siyasi akımların olumlu ve olumsuz yanlarını, uygulanabilirliklerini
etraflıca tartışmıştır. Akçura’ya göre, artık Osmanlıcılık siyasetini izlemek
imkânsızdır ve bunun nedenlerini beş başlık altında toplamıştır: Türklerin,
Müslümanların, Gayrimüslim tebaanın, Rusya’nın ve Avrupa’nın büyük
devletlerinin, Osmanlıcılık siyasetini istemediklerini ifade etmiştir. Kosova
Ovası’nda çiftçilik yapan bir Hıristiyan Sırp ile Arap çöllerinde bedevi hayatı
süren bir Müslüman’ın hangi ortak paydada bir araya getirilip, bir Osmanlı
milleti yaratılacağını sorgulamıştır.
İslamcılık
ve Türkçülük konusunda ise kesin bir yargıya varamayan Akçura, İslam’ın halen
çok güçlü olmasına ve insanları bir arada tutacak güce sahip olmasına rağmen,
dış engellerin İslamcılık siyasetine mani olacağını iddia etmiştir. Çünkü İslam
ülkelerinin büyük çoğunluğu Hıristiyan devletlerin hâkimiyeti altındadır.
Osmanlıcılık
Akçura’ya göre Osmanlıcılık fikri yüksek
bir gaye ve ümide sahip değildi. Tek maksat, yapay bir Osmanlı milleti inşa
etmek, müslim ve gayrimüslim halkı aynı hak ve sorumluluklarla donatmak ve
böylece Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’yi eski sınırlarıyla, asıl haliyle muhafaza
etmekti. İkinci Mahmud’un “Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra, ve
kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim.” sözünü Osmanlıcılık siyasetinin
başlangıcına delil gösteren Akçura, bu siyasetin yanında doğuda gitgide artan
ırk ve din etkisinin göz önünde bulundurulması gerektiğini savunuyor. Gerçekten
de baktığımızda Osmanlı’nın son döneminde dini ve milleti bambaşka onlarca
unsuru bir arada tutabilecek güce sahip olmadığını görüyoruz. Ayrıca bu karma
toplum düzenini, tebaadaki mutlak eşitliği, Müslümanlar ve özellikle Osmanlı
Türkleri istemiyordu çünkü yeni ve yapay bir millet içerisinde erimek demek
yüzyıllardır sahip oldukları ayrıcalıklardan vazgeçmek demekti. Öte yandan
Osmanlıcılık fikri gayrimüslim halk için de bir çözüm değildi. Tüm dünyayı
kasıp kavuran milliyetçilik fikri, farklı ırklardan olan bu tebaayı her geçen
gün biraz daha bölerken sahip oldukları millet kavramını Osmanlı başlığı
altında eritmeyi kabul etmeleri neredeyse imkânsızdı. Bahsedilen bu dahili
unsurların dışında bu tarz-ı siyasetin memnun etmeyeceği devletler de vardı.
Panslavizm siyaseti ile Osmanlı tebaasındaki Ortodoks Balkan milletlerinde gözü
olan Rusya için Osmanlıcılık kabul edilebilir bir fikir değildi. Ayrıca Avrupa
da Haç’ı Hilâl’in gölgesinde bırakacak bu siyasetin önüne geçmeye çalışacaktı.
İşte tüm bu dahili ve harici engel ve etkenler sebebiyle Yusuf Akçura
Osmanlıcılık siyasetini gayrimümkün olarak nitelendiriyor.
“Binaenaleyh, zannımca, artık
Osmanlı milleti meydana getirmek ile uğraşmak beyhude bir yorgunluktur.”
İslamcılık
Gayrimüslim tebaanın çoğunun bağımsızlık
elde etmesi ile Osmanlı idaresindeki tüm Müslümanlar ve dolayısıyla Türkler
önce içte ardından dışta kuvvetli bir bağ ile birleşmeyi çare olarak gördüler.
İslam’ın hâlâ süren gücünün arkasına sığınmak dönem şartlarında ve iç siyasette
gerçekten de mantıklıydı fakat Akçura, harici engelleri İslamcılıkta oldukça
kuvvetli buluyordu. Zira İslam dünyasının pek çoğu Hristiyan devletlerinin
nüfuzu altındaydı. Müslim halka malik olan bu devletler tevhid-i İslam siyasetini
menfaatlerine aykırı görüp Osmanlı Devleti’nin karşısında durabilirlerdi ve
üstelik Müslüman halklar üzerindeki sınırsız yaptırım güçleriyle bu hususta
başarılı da olabilirlerdi.
Türkçülük
Son tarz-ı siyaset olarak Türk
Birliği’ne geçen Akçura bu siyasetin dış engellerini İslamcılığa göre daha az,
iç engelleri daha fazla buluyor. Dili, soyu, âdetleri ve genelinin dinleri bir
olan ve Asya’dan Avrupa’nın doğusunda kadar uzanan Türklerin birleşme fikrine
hizmet edecek bu siyaset en etkin devlet olarak Osmanlı’ya başrolü verecekti.
Ancak bu durum Osmanlı ülkelerinde yaşayan, Müslüman olup Türk olmayan ve
Türkleştirilmesi de mümkün olmayan toplulukların elden çıkması demekti. Bu
durum Yusuf Akçura’nın Türkçülüğün önündeki iç engelleri kuvvetli bulmasının
asıl sebebiydi. Diğer yandan milliyetçilik fikrinin Osmanlı Türkleri arasında
çok yeni olması ve İslamcılık gibi kuvvetli temellere sahip olmaması bu fikrin
önündeki bir başka dahili engeldi.
“Yukarıdaki mütalaalardan şu neticeler
çıkıyor: Osmanlı milleti yaratılması, Osmanlı Devleti için faydalara sahipse de
gayr-i kabil-i tatbiktir. Müslümanların veya Türklerin birleşmesine dönük
siyasetler Osmanlı Devleti hakkında eşit denilebilecek menfaat ve mahzurlar
ihtiva etmektedir. Tatbikleri cihetine gelince, kolaylık ve zorluk yine aynı derecede
denilebilir.”
Akçura, Osmanlıcılık fikrini faydalı
ancak uygulama açısından imkânsız görüyor. İslam ve Türk Birliği siyasetleri
ise kendisine göre Osmanlı için eşit fayda ve zararlara sahiptir ve
uygulanabilirlik açısından eşit kolaylıktadır. Ancak uygulamaları uzun zaman
alabilir ve çeşitli dış tehlikelere açıktır. Makalenin sonunda ise Akçura,
Türkçülük ve İslamcılık arasında kaldığını açıkça belli ediyor ve Türklerin
maziye olan unutkanlığından, Türk-İslam siyasetlerinin bir arada desteklenmesi
hususunda da ısrarsızlıklarından şikâyet ediyor. 111 yıl öncesinden bugünün
karmaşıklığına tutulan bu ışığın da sonu bir çözüme bağlanamıyor. Eserde ucu
açık bırakılmış “Müslümanlık ve Türklük siyasetçilerinden hangisi Osmanlı
Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?” sorusu Yusuf
Akçura’nın zihninde sonradan bir cevaba ulaşmış olsa da, Akçura Üç Tarz-ı
Siyaset boyunca Türkçülük ve İslamcılığa karşı mesafesini eşit tutmuş ve
çeşitli sebeplere dayanarak üç tarz-ı siyasetin de olumlu ve olumsuz yanlarını
okuyucuya aktarmıştır.