Kapı tak tak diye yüksek sesle vuruluyordu.
Gelen köyümüzün
muhtarıydı.
-
Hocam günaydın. Hoş geldiniz.
-
Günaydın muhtarım. Hoş bulduk.
-
Hocam köyde hayat var. Eğer şehirden gelenler
virüs getirmezlerse bizim köye virüs zor gelir. Şu köyün havasının güzelliğine
bakın. Şu temiz, mis gibi havada virüs olur mu hiç? Yalnız karakol komutanının
emri, sizde on dört gün evden çıkmayacaksınız.
-
Teşekkürler Muhtarım. Sizin de, Karakol
Komutanımızın da emri olur.
-
Sağolun Hocam. Karakoldan gelirlerde Muhtar
tembihledimi derlerse, tembihledi deyin bir zahmet.
-
Olur. Muhtarım siz gale çekmeyin.
-
Hocam bir sorununuz, isteğiniz olursa beni
arayabilirsiniz. Haydin hoşça kalın.
-
Güle güle muhtarım. İşlerinizde kolaylıklar
dilerim.
Kırıkkale’denköye
geleli iki gün olmuştu. Yiyecek ve içecekle ilgili yakın zamanda bir sorunumuz
olmayabilirdi. Aksilik telefonumun şarj etmemesi benim için en büyük sorunum
olarak görünüyordu. Bununda en yakın çözüleceği yer ya Kırıkkale, yada Kaman’a
bir gideni bulmam gerekiyordu.
İnternetin de
çok zor çekmesi, özellikle köşe yazılarımın gazeteme gitmesinde sorunlar
yaşıyordum.
Yaşım altmış
beş olduğu için sokağa çıkamıyordum.
Bahçenin tel
örgüile çevrili yerinde dolanıpduruyor, çoğu zamanda bahçenin işleriyle
uğraşıyor, yapılmadık iş bırakmıyordum.
İnsan,
özgürlüğün kıymetini onu kaybedince daha iyi anlıyor. Sahip olduğumuz, farkına
varamadığımız günlük yaşantımızda birçok güzelliğin farkına onları
kaybetmeyince maalesef anlayamıyoruz.
Sonra, bahçenin
bir köşesine oturup etrafı dinlemeye, gözlemeye koyuldum.
Nede çok başka
yaşamlar varmış şu küçücük alanda, farkına varmadığımız.
Bir kumru kuşuağacının
ulaşılamayacak yerine yuva yapıyordu…
Bir solucan, ha
bire toprağın altına girmeye çalışıyordu…
Bir kösnü
toprağı kabartıyordu…
Bir çift karga
ceviz ağacının en tepesine yakın yere,daha önceki yıllarda yaptıkları yuvanın
tamirini yapıyorlardı.
Bir baykuş
komşu evin bacasından hep bana bakarak sanki yaptığım hareketleri taklit ederek
benimle dalgasını geçiyordu!
Meyve
ağaçlarının tomurcukları aslında nasılda değişime uğrayarak her gün biraz daha büyüdüklerinin
farkına varabiliyordum.
Köyün sığır ve
koyun sürüleri, bizim bahçenin yanından geçerek meraya otlamaya gidiyorlardı.
Afganistan’dan
gelen çobanlarda olmasa köylerde ne çoban, ne de gündelikçi işçi bulmak mümkün
değildir.
Bu çobanlarla
sohbet ettiğimde yıllarca görmedikleri aileleri, çocukları için kim bilir
içlerinde ne özlemler, ne fırtınalar koptuğunu anlayabiliyordum.
Belliki
memleket hasreti bunları mahzun, çekingen, korkak bir duruma getirmişti.
Kendileriyle
yaptığım kısa sohbetlerde ne de çok unutulmaz acı dolu hikâyeleri vardı.
Dayanılmaz
zannettiğimiz birçok acı dolu yaşantılara, insanlar nasılda dayanıyorlardı…
Arılar hava
biraz iyi olunca kovanlardan dışarıya girip çıkarak ne kadarda aceleci
çalışıyorlar. Kovanın önünde saatlerce onların çalışmasına bakmak bana büyük
haz veriyordu.
Koyun sürüsü
bahçenin yanından meraya doğru gidiyor…
Hava biraz
soğuktu. Kuzularıda annelerinin yanına
bırakmışlar yan yana gidiyorlardı.
Eşim ‘’Yazık,
kuzular daha çok küçük bu havada üşürler’’ diye bana seslendi.
Sonra birde
baktıkki aksak bir koyun sürüye yetişmek için alabildiğine çaba göstererek
sürünün arkasından geliyordu.
Bu aksak
koyunun sürüye yetişme çabası gerçekten gören herkese büyük acı veriyordu.
Eşim büyük bir
üzüntü içinde ‘’Bey, ne olur git çobanla konuş. Bu aksayan koyunu evde bıraksınlar,
yazık nasıl acı çekiyor’’ diye seslendi.
Gerçekten aksak
koyunun sürüye yetişme çabası görülmeye değerdi. Sonra baktık akşam olunca da
yine sürünün arkasında aksayarak aynı koyun geliyordu.
Tüm çevremde
olan, daha önce hiç aklıma gelmeyen veya umursamadığım veya hiç dikkat
etmediğim ne yaşamlar varmış.
Bunlar da hep
Allah’ın yarattıklarıydı.
Bu dünyayı
ortak olduğumuz varlıklardı.
O kadar dünya
malına dalmışız ki, o kadar bencil olmuşuz ki, o kadar kendimizden başkasını
görmez olmuşuz ki, çevremize güzellik katan diğer canlıları anlamaz ve düşünmez
olmuşuz.
Bunlar olurken
yaşadığımız ömür içinde tüm korkularımız aklıma geldi.
Aslan, kaplan,
timsah, yılan aklımıza gelecek tüm yabani hayvanlar…
Korona denen
görünmez küçücük virüsü düşündüğümüzde aslında bunlar ne kadarda masumlarmış
değil mi?
Sağa sola
bağırıp çağıran dünyanın en kuvvetli liderleri…
Hani hoşunuza
gitmeyen bir yerlerden ufacık tehdit aldığınızda Altıncı Filoyu
gönderiyordunuz?
Hani atom
Bombanız vardı isterseniz dünyayı yok ederdiniz?
Hani sizlere dünyada
kafa tutacak kimseler yoktu?
Oraya buraya
silah gönderip fakiri fukaraları dağ başında meçhule gönderen muktedirler…
Durduk yerde
ülkeleri biri birine tutunuz.
Durduk yere
insanları biri birine kırdırdınız.
Durduk yere
olmayacak savaşlar çıkardınız.
Çok anaları
ağlattınız.
Çok yuvalar
yıktınız.
Çok ocakları
söndürdünüz.
Çok mazlumun
ahını aldınız…
Bir ders
aldınızmı küçük, o küçük bir virüsten…
Altıncı Filoyu
birde Korana denen virüse gönderip, üzerine bir atom bombası atsanız olmaz mı?
Kurtarsanız
önce kendinizi, sonra tüm insanlığı!
Ama olmuyor
işte yaramadı ne filolarınız, ne bomba yüklü jetleriniz.
Çok korktunuz değil mi?
Sesiniz
soluğunuz kesildi de…
Yelkenleri
indirmişe benziyorsunuz.
Dünyada hiçbir
şey sizleri korkutamıyordu.
Çünkü kocaman pazınız,
dev gibi vücudunuz, birçok insanı bir anda öldürecek silahlarınız vardı.
Ne oldu da
şimdi içeriye kapandınız?
Kaçıp,
kurtulacak, saklanacak bir yer bulamadınız.
Değil mi?
Ey, dünya
benden sorulur diye böbürlenenmuktedirler!
Eğer tüm bu silahlara harcadığınız paraları insan
sağlığı için harcasaydınız, insanlık bugün bu virüsün karşısında çaresiz
kalmaz, saklandığınız yerde değil, o muhteşem tahtınızda otururdunuz.