Bir söz ya da yazı, “son dönemde, son zamanlarda” diye
başlıyorsa geçmişten bahsedeceğini, geçmişe yaslanacağını izhar etmesinin
yanında aynı zamanda konuşan ve yazanının da yaşının ilerlediğine işaret eder.
Çünkü: “Tarih ileriye doğru yaşanır, geriye doğru anlaşılır” sözü, geride bir
şeyler bırakmış olanların, feleğin çemberinden geçmiş olanların, bu fani
dünyanın demini devranını sürmüş ya da gamını kasavetini görmüş olanların sözü
olsa gerektir. Kum saatinin üst kısmında bulunan kumları, yerçekiminin de
yardımıyla aşağıya taşımış olanlara işaret eder çoğunlukla.
Ben de bu geleneğe bağlı kalarak, son zamanlarda zamanın
hızlandığı ya da bana öyle gelmeye başladığı sözüyle başlayayım yazıma. Henüz
gençlerin benimle aynı düşüncede olmadıkları ya da olmayabilecekleri ihtiyati
kaydını koyarak, kendi emsal ve akranım veya benden daha önce bu dünyaya gelmiş
olanların neredeyse tamamının, zamanın hızlandığı düşüncesinde olduklarını
rahatlıkla söyleyebilirim. Keşke bunu sadece benim yaşımda ve yanılsama içinde
olması muhtemel olanlar söylüyor olsaydı, maalesef bunu hem matematikçiler hem
de fizikçiler söylüyorlar bugün. Zamanın hızlanmış olması aynı zamanda
gördüğümüz ve göreceğimiz olay ve yerlerin de artacağına işaret edebilir
elbette, nitekim bugün bir yandan bilgi artarken diğer taraftan şahit olduğumuz
hadiseler de çoğalıyor. Halbuki gün yine 24 saat, güneş eskiden olduğu kadar
bizleri aydınlatıp sonra bizlerin dinlenmesi için yüzünü perdeliyor ya da başka
coğrafyalarda arz-ı endam ediyor.
“Akşam yerleştirdi yakut tâcını, gecenin kadife mahfazasına
Parıltısı tâ engine aksetti, nakşoldu suların hafızasına”
Şiiri, güneşin hareketini çok anlamlı bir şekilde resmetmesi
münasebetiyle beni efkârlandırmaya devam ediyor. Rahmet içinde uyusun Nail
Memik, ne güzel anlatmış bize gurubu. Zaman elbette izafi bir kavram, bunun
farkındayım. Zamanı alabildiğine dolu dolu ve hazzına ererek yaşamak varken
zamanın hududu ile ilgilenip ve kalan süreyi sayarak hayatını berbat edenler
olduğunu da görüyorum. Tercihimi ilk kısımdan yana kullanmaktan yanayım, ancak
zamanın sınırının da olduğunu biliyorum. Ve ben, zamanın sınırından Allah’ın
verdiği mühleti anlıyorum. Allah’ın sınırı demiyorum, zira O’nun sınırı
olmadığına inanıyorum. Bununla birlikte bir tahammül sınırı olduğunu da
düşünüyorum şahsen. Neden düşünüyorsunuz derseniz, olanlardan ve
yaşadıklarımdan çıkarıyorum bunu. Peki zamanın sınırı, tahammülün sınırı ile
aynı mıdır? Dikkatli bakmak ve çok düşünmek gerek.
Bir haksızlığa ya da bir iftiraya uğranıldığı vakit üç, bilemediniz
dört tane filtre ya da soğutma havuzu kullanılmasından yanayım. Bunlardan ilki:
“Kim ne eder kendine eder.” anlayışı. Bu anlayışta olanların rahatlayacağını,
şayet nefsinin de tazyikiyle intikam alma düşüncesine kapılacak olursa, bundan
vazgeçeceğini düşünüyorum. Kendini anlatma, kendini aklama çabası içinde
olmasını elbette doğru buluyorum, ancak yine de başarılı olamazsa ve çevresini
inandıramazsa sonradan da olsa bu düşünceye sarılması onu rahatlatacaktır.
Hakikat şu ki, gerçekten de kim ne ederse kendine ediyor ve kişiler kendilerine
yakışanı ya da yakıştırdıklarını yapıyorlar. Ben umumiyetle bu görüşe sahibim.
İkinci filtre: “Gerçeklerin bir gün ortaya çıkma gibi kötü bir
huyu vardır.” sözüne inanılması ve itibar edilmesidir. “Göle su gelene kadar
kurbağanın gözü patlar” ya da “Ömrümüze demir b.ku mu katıldı, görüp
görmeyeceğimizi nereden bileceğiz?” türünden itirazlar muhakkak ki anlamlı ve
yerinde, ancak zaman bizlere gösteriyor ki, gerçekler eninde sonunda ortaya
çıkıyor. Yazılanlar ve anlatılanlar bunlara işaret ediyor, haberler bunlardan
söz ediyor sürekli olarak. Öldükten sonra ne işime yarayacak denilmesin, çünkü
geride bizi temsil edecekleri ve hatıralarımızı bırakıyoruz, en azından onlar
rahatlar. Mekân şimdilik boş kalmıyor ve biz gittikten sonra kalanlar ve
gelenler oluyor boşalttığımız yere. Haksızlığa uğrayanlar hesaplar arası
transfer yöntemiyle öte dünyada karşılığını muhakkak alacaklar, bu hususta çok
kati bir vaat var çünkü. İşte burada mesele transfer süresine katlanmak, ona
katlanıldığı vakit her şey halloluyor. Öte yandan hoşuma giden ve bir dizide
duyduğum “Kimse hakikatten daha hızlı koşamıyor” sözünü anlamlı buluyorum.
“Geciken adalet adalet değildir” sözünü dayanak olarak kullanmak isteyecekler
bulunabilecektir, fakat ihmal edilmeyeceğini imhal olunacağını (mühlet
verileceğini) söyleyerek bu kısmı noktalamak istiyorum.
Üçüncüsü: Haksızlığı, zulmü yapanın eninde sonunda vicdanının
depreşeceğini ya da hadiseye şahit olanların vicdanının rahatsız olacağını
düşünenlerdenim. Sadece düşünmüyorum aslında, okuyorum ve görüyorum da.
Hatırıma hemen Ziya Paşa’nın dörtlüğü geliyor ve rahmetli ne güzel söylemiş,
keyif alıyorum tekrarlamaktan:
“Çalışsa bin sen bülbül gibi karga, fasih olmaz
Balonla âsumâna çıksa bir âdem Mesih olmaz
Müebbettir, silinmez nakş-ı tesiratı vicdanın
Beraat etse de mücrim, derûnu müsterih olmaz.”
Er ya da geç suçlunun vicdan azabı çekeceğine, içinde zerre
miskal insanlık varsa rahatsız olacağına, en azılı kâtil veya zâlim olsa bile
nihayetinde genlerinde olan özellik dolayısıyla hakikati itiraf edeceğine, onu
yapmasa bile pişmanlık duyacağına inanıyorum. Boş bir inanış denilebilir
benimkine, varsın olsun, bu da benim kanaatim.
Ve son filtre, son soğutma havuzu: İlahi adalet muhakkak tecelli
edecektir. Zerre miskal iyilik eden de zerre miskal kötülük yapan da muhakkak
karşılığını görecektir. Ve benim bu ilahi sözlerin üzerine başka bir şey demem
söz konusu olamaz.
Zamanın hızlanması, muhakkak ki sabır dediğimiz hâli de anlayışı
da sürekli törpülüyor. Tahammül ve sabır konusunda insanlığın bugünkü
karnesinin eskisine nazaran iyi olmadığını düşünüyorum ve görüyorum. Yanılıyor
olmayı tercih ederim kesinlikle. Geçenlerde okuduğum bir yazıda halk arasında
“Sabır otu” ya da “Yüzyıl bitkisi” adıyla anılan Agave Kaktüsü’nün yüzyılda bir
çiçek açtığını, açtıktan sonra da kuruduğunu öğrendim de hayret ettim kendi
sabrıma. Bitkiye “Hay mübarek, bu ne sabır?” dedim ve kendime de “Barut musun
mübarek?” diyerek mukabelede bulundum.
Doktora danışmanım Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman’dan öğrendiğim
bir söz: “Sabırla koruk helva olur.” Koruğun helva olabilmesi için hangi
evrelerden, aşamalardan geçtiğini bugünkü nesil bilmeyebilir, fakat benim emsal
ve akranım muhakkak ki bunun farkındadır. Güneşi, zamanı, emeği elbette göz
ardı edemeyiz, ancak asıl dikkat etmemiz gereken herhalde hem pekmez olurken
hem de unu kavrulurken maruz kaldığı ateştir, yani çifte kavrulma hadisesi.
Sabır bir ateş çemberi ve bizi terbiye edip olgunlaştırıyor. Tam yenilecek
kıvama getiriyor, yaşanan ve çekilen bütün acıları, ağuları bal eyliyor. Belki
bazılarımızın damağında buruk bir tat bırakıyor, ancak sabrın sonu selamet sözü
de bizlere birşeyler anlatıyor. Hiçbir şey yapmadan sabretmek miskinlerin,
tembellerin işidir, bunu doğru bulmuyorum. Gerekli tedbirleri alarak ve
yapılması gerekenleri sonuna kadar yaparak sabretmek farklı bir şey. Buna kader
deniliyor aslında. Tedbirimizi alalım, ne yapılması gerekiyorsa yapalım ve dua
edelim de şu musibeti atlatalım inşallah. Sabırla da süsleyelim.
Allah’ın sabrının da bir sınırı olduğunu unutmayalım ve hesaba
çekilmeden kendi muhasebemizi görelim derim Kıymetli Dostlar.
Selametle kalın inşallah...