Kendi hakkı olan bir şeyi artık istememek,
Eskiden beri yapmakta olduğu bir şeyi artık yapamaz olmak,
Niyetten veya karardan dönmek, niyetini bozmak, caymak gibi
anlamlar yüklenen vazgeçmek kelimesi üzerine birşeyler yazmak istedim bu defa.
Neden bu konuya eğildiğimin elbette bir arkaplanı var, ancak ondan
bahsetmeyeceğim.
Yukarıdaki açıklamalara bakarak vazgeçmenin tek taraflı bir
karar olduğuna ve gönüllü olarak yapıldığına karar verilebilir. Pes etmek
şeklinde de değerlendirilebilecek vazgeçme, hakedilmiş bir şeyden rücu etmek
anlamına da gelebilir. Oysa vazgeçme birden fazla kişinin kararıyla olabileceği
gibi gönüllü de olmayabilir. Öyle hadiseler veya kimselerle karşılaşılır ki,
zorunlu olarak vazgeçmek durumunda da kalınabilir. Vazgeçme bazen pes etmek
şeklinde değerlendirilebilir ancak her vazgeçiş pes etmek değildir, belki
zorlamanın anlamı yoktur ya da uygun zemin ve zaman bulunmamıştır demektir.
Vazgeçmek illa da hakedildiği düşünülen birşeyden yüz çevirmek manasına da
gelmez, insan bazen henüz gerçekleşmemiş isteğinden de vazgeçebilir. O kadar
çok kişi vardır ki haketmediği halde isteklerinden vazgeçen ya da tam tersi,
vazgeçmeyip ısrar eden. Bu arada bana ait olan ve zaman zaman çocuklarıma
söylediğim bir söz vardır: “Kimisi kaybettiğine üzülür kimisi kazanamadığına.”
Bu ikisi kesinlikle aynı şey değildir, zira birincisinde eldekini ve mevcut
olanı kaybetme söz konusuyken ikincisinde henüz ele geçmemiş olandan, muhayyel
olandan ayrı düşmek vardır. Kazanılmamış, daha doğrusu henüz ele geçmemiş
olanın kaybedilmesi, özellikle de yarışmalar örnek verilerek ve hayallerin
gömülmesi olarak açıklanabilir.
Gerek çocukluk ve gençlik dönemimde gerekse ortayaşlılık
yıllarımda, çevremde dindar kimseler ve bunlar içinde de tasavvufa meyletmiş,
sofi-meşrep yaşayan birileri hep bulunmuştur. Geleneklerine, inancına bağlı bir
Orta Anadolu kasabasında doğup büyüdüğüm için çevremde bu tür insanların olması
normal gelmiştir bana. Bu tür insanların dillerine pelesenk ettikleri şey,
genellikle yalan dünyanın sahte ve geçici heveslerinden kurtulmak ve ebedi
hayatın yaşanacağı öteki dünyaya yatırım yapmaktır. Bunu yaparken de dengeye
dikkat etmek şarttır, yani ne tamamen bu dünyadan vazgeçmek ne de öteki dünyayı
ihmal etmektir. Çocukluğumdan beri sıklıkla duyduğum bu tür düşünce ve sözlerin
sonucu olarak bugün bana tarikat nedir diye sorulsa mesela, ben cevap olarak
“vazgeçmek” derim. Neden vazgeçmek denilse, sorumlu olduklarımızın dışında
kalanlardan vazgeçmek derim. Ne demek sorumlu olduklarımızın dışındakiler
denilse bu defa, ısrardan, kin ve nefretten, şikayetten, kibirden, hırstan,
yapılıyorsa zulümden, nemelazımcılıktan, adam sen de’cilikten, tek bir hâl
üzere kalmaktan mesela derim. Ne demek tek bir hâl üzere olmak? Sürekli gülmek
ve eğlenmek, sürekli hüzün ve karamsarlık, sürekli aynı tip beslenmek, aynı
okumalar yapmak, hep aynı hareketi yapmak, hep aynı düzeyde kalmak ve
ilerlememek derim. Aynı minval üzere devam etmek kötü bir şey midir denilse,
kesinlikle kötüdür derim. İyilik yapana da kötülük yapana da aynı muamelede
bulunmak, çalışana da çalışmayana da aynı ücreti vermek, sürekli uyumak,
sürekli yemek ve içmek, sürekli hüzünlenmek, sürekli gülmek, sürekli koşmak,
sürekli okumak, sürekli çalışmak, sürekli ibadet etmek, sürekli aynı şeyleri
giyinmek doğru değildir derim. Kainatın sürekli değiştiği bir ortamda sürekli
aynı halde ve aynı düzeyde kalmanın insanı kemale eriştirmeyeceğini düşünürüm.
Dem de geçer gam da biter nitekim.
İstemekten vazgeçmeyi razı olmak ve şikayet etmemek olarak
değerlendiririm, yoksa Allah Teâlâ’nın: “İsteyin!” emrine karşı olmak ve gelmek
değil, O’ndan umudu kesmek manasında hiç değil. İsteklerimizin esiri olmaktan
vazgeçtiğimiz zaman hür olur, ağırlıklarımızdan kurtuluruz. Ağırlıklarımızdan
kurtulduğumuz zaman hafifler ve kolay hareket ederiz. Daha yükseklere çıkmak,
daha hızlı olmak böylelikle mümkün olur. Sıkıntılara karşı daha dayanıklı
olanlar maneviyatı kuvvetli ve vazgeçebilmiş kimselerdir. Kazandığı zaman
sevinmeyen, kaybettiği zaman üzülmeyen insanlar meselenin künhüne ermiş
olanlardır. Bizim gibi görünmekle birlikte mülkiyeti bize ait olmayan ve kısa
bir süre kullanımımıza tahsisli şeyleri kaybetmek aslında hiçbirimize menfi
tesir etmemeli, fakat çoğumuz bunu bile bile, hatta çoğu hastayı ziyarette veya
pek çok mevtayı defin sonrasında fani şeylere üzülünmemesi gerektiği hususunda
ağzımızı doldura doldura konuşmamıza rağmen, her nedense üzüntüden kahrolur,
neredeyse yeme ve içmeden kesiliriz.
Eskiler hiç olmazsa bir süreliğine bu dünya ve zevklerinden
kendilerini ayrı bırakır ve Farsça’da çihil, yani kırk anlamına gelen kelimeden
türetilmiş olan çile sözcüğünün peşine düşerek kırk gün süreyle kendilerini
tefekkür, tezekkür ve teşekküre sevkederlermiş. Çile çekmek sözü de bugün çok
elem ve dert görmüş, çok tecrübe edinmiş anlamının dışında işin hakikatini
anlamış manasında kullanılırmış. Bugünkü hâlime bakıyorum da, değil kırk gün
acaba kırk dakika ayrı kalabilir miyim? İnan bilmiyorum. Tabii bunu bilmeyenin
kırklara karışması da mümkün olmaz. “Üçler, yediler, kırklar aşkına ‘hû/hü’
diyelim” sözünü bugün kullanıyor olsak da, tadını bilmediğimiz için goftîden
söylenmiş bir söz olarak kalıyor kulaklarımızda.
Dünyanın sahibiymiş gibi davranmaktan, biz olmazsak dünyanın
yaşanılmaz bir yer olacağını düşünmekten vazgeçmeliyiz. Çünkü biz yokken dünya
vardı ve biz buraya en son geleniz. Biz gelmeden önce bitkiler olsun hayvanlar
olsun daha mutlu ve mesud olmalıydılar. O filmlerde ve masallarda gösterilen ve
anlatılan, ağzından ateş saçan ejderhalar olmadığı için yangın da çıkmıyordu
diyeceğim ancak bu defa da yanardağlar geliyor aklıma. Bugün bile bile
ormanları yakan kimselere acaba ne demeli? Ne denilmeli bilmiyorum, ancak ne
denilmemeli onu biliyorum: kesinlikle insan denilmemeli. Salgın döneminde gerek
ozon tabakasının gerekse yeşil alanların kendi kendilerini tamir ettiklerini,
onardıklarını söylediler insanlar, gazetelerde de öyle yazıldı. Demek ki biz
olmazsak veya elimizi çekersek dünya daha yaşanılabilir bir yer olacak. Halbuki
bizim buraya gönderilme gerekçemiz neydi? İmar ve inşa etmek, yardımcı olmak,
güzelleştirmek, kolaylaştırmak ve daha pekçok mek mak...
Bütün vazgeçmeler içinde bir tanesi beni çok ürkütüyor:
bütün anlatılanlara ve bütün söylediklerimize rağmen durumunda bir milim
ilerleme olmayan insanlara yatırım yapmaktan, emek harcamaktan, doğruyu
söylemekten, iyiyi tavsiye etmekten vazgeçme durumu beni gerçekten korkutuyor.
Çünkü bugüne kadar eğitimcinin vazgeçme diye bir lüksünün olmadığına inandım ve
bu inancın peşinde uzun yıllarımı harcadım. Şayet eğitimci vazgeçerse herkes
vazgeçer. Doktor tedavi etmekten, hâkim adaletle hükmetmekten, mühendis sağlam
iş yapmaktan, çiftçi üretmekten, anneler çocuk doğurmaktan ve çocuklarını
büyütmekten, devlet adamları hizmet etmekten vazgeçerler.
Salgını daha ciddi hissetmeye başladığımız şu dönemde
umursamaz tavrımızdan ve ne olacaksa olsun şeklindeki hareketlerimizden
vazgeçelim derim. Allah korusun, sağlık çalışanları bizlerin bu tavrına kapılıp
da şifa dağıtmaktan vazgeçecek olurlarsa hâlimiz perişan olur. Ve en önemlisi
Allah’ın sabrını zorlamayalım, şayet bizim adam olmayacağımıza kanaat ederse ve
bizden vazgeçerse vay ki vay ahvalimize...
Selametle kalın Kıymetli Dostlar..