“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” ilahi nidasına kulak
vererek ve ittiba ederek dâr-ı fenâdan dâr-ı bekâya irtihal eden büyüğüm,
ağabeyim Salim Cöhce, bu dünyadaki rızkını tüketerek ve kendisine takdir
olunmuş olan nefesini tamamlayarak aramızdan ayrıldı, Allah Teâlâ kendisine
rahmetiyle ve şefkatiyle muamele eylesin, mekânı Cennet ruhu şâd olsun.
Ailesinin, mesai arkadaşlarının, yakın arkadaş ve dostlarının, öğrencilerinin
ve nihayet Türk tarihi ile uğraşanların başı sağ olsun.
Rahmetli, soyadının yazılış ve söylenişi gibi zor birisiydi.
Ermenekli oluşu, Karamanoğlu coğrafyasından ve Avşar boyundan gelişi muhtemelen
bu zorluğun en ilk sebebiydi. Çoğu sempozyumda isminin yazılışında, bildiriler
kitabına tebliğinin ilavesinde, konferans sunumları için çağrılışında mutlaka
soyadı ile ilgili karışıklık yaşanırdı. Çöhçe, Çöhce, Cöhçe gibi yanlış
ifadelere alışmıştık artık.
Diyarbakır’da görev yaptığım yıllarda ve daha çok da Güney
Doğu Anadolu Bölgesinde sempozyumlar düzenlediğimiz vakitlerde tanışmıştık
kendisiyle. Hafızası kuvvetli, kavga etme riski çok yüksek, dediğim dedik
düşüncesiyle hareket eden ve bir milim geri adım atmayı zul kabul eden, hemen
her alanda bilgisi bulunan ve diyeceği olan, özellikle de kişilerin aile
kökenleriyle ilgili konularda araştırmalar yapan, kitaba olan düşkünlüğü
hastalık derecesinde ileri seviyeli birisiydi. Hemen hemen bütün öğrencileriyle
bir şekilde aralarından kara kedi geçmiş birisi olarak değerlendirilirdi tarih
camiasında. Merhameti, yufka yürekliliği, imanı, vatan ve millet sevgisi çok
ziyadeydi. Merhameti ve acıma duygusu o heybetli görüntüsüyle zıtlık
oluşturuyordu. İnönü Üniversitesi’nde kurmuş olduğu Tarih Bölümü Kütüphanesi’ne
kitap alabilmek için bölümdeki bütün hocalardan para toplayan, kitap nerede
olursa olsun ve kaça satılırsa satılsın onu tedarik etmekten kaçınmayan, İnönü
Üniversitesi’ne ve Tarih Bölümü’ne yolu düşenlere kütüphaneyi göstermekten
büyük haz duyan bir kişiliğe sahipti. Vatan, devlet ve millet düşmanlarına,
hainlere, vefasızlara karşı nefreti ve tahammülsüzlüğü had seviyedeydi. Adı
Salim’di ancak kendisiyle geçim çok zordu, o sebeple bir şekilde aynı
sempozyumda görevliysek mutlaka benim bulunduğum oturumlara yazardık kendisini.
Teeddüb ederek ve oturum başkanı olarak yazardım ki kendimi, ortalık
karıştığında toparlayabileyim diye. Şayet kendisi oturum başkanıysa hemen
yanına otururdum ki, arada bir masa altından dizine dokunur ve sinirlerini yatıştırmaya
çalışırdım. Fakat ne yaparsam yapayım Salim Hoca huyundan vazgeçmez, mutlaka
birileriyle diyaloğa girerek çatışırdı. En son Kastamonu’daki sempozyumda
yaşamıştık böyle bir hâli. Oturum başkanıysa mutlaka bir korsan tebliğ sunar,
değilse daha önceki konuşmacıların tebliğlerine bir şekilde ilave yapar ya da
eleştiri yöneltirdi. Antifiriz kullanmadığı için sürekli hararet yapardı. Bir
başka zorluk da hocanın tebliğini zamanında alabilmekti, herhalde hiç şahit
olmadım zamanında gönderdiğine. Bazen umut kesilir ve tebliği sempozyum
kitabına konulmazdı.
Ermeni roman ve hikâyeleri üzerine eğilmemdeki rolünü inkâr
edemem. Henüz kurulmadan önce Mardin’de düzenlediğimiz sempozyumun sonuç
bildirgesinde Mardin’de Artuklu Üniversitesi kurulması gerektiğine dair fikri
ve ısrarı çok isabetliydi. Nitekim kurulmuş olan üniversitenin adı bugün Mardin
Artuklu Üniversitesi’dir ve onun bu isimdeki rolü çok yüksektir.
Doktora danışmanım ile aralarında bir kırgınlık olduğu için
benim yanımda hocamdan konuşurken; “Ahmet de bana kızacaktır, ama…” diye
başlardı konuşmasına. Ben de; “Abi, benim yanımda hocam hakkında olumsuz
konuşmasan iyi edersin…” diye mukabelede bulunurdum ve o da sağ olsun
diyeceklerini sansürlerdi. Profesörlük kadromun verilmediği ve neredeyse eş
durumundan üniversite ile ilişiğimizin kesilmesinin konuşulduğu zamanlarda
başka bir üniversiteye geçebilmek için Kırıkkale, Edirne, Çanakkale, Giresun,
Antalya, Aksaray, Kayseri, Yozgat gibi yerlerdeki üniversitelere başvurmuş ve
ne yazık ki kapıların yüzüme bir bir kapandığını da görmüştüm. O sıralar
kendisi de iki defa tebdil-i hava için Çanakkale’ye gönderilmiş birisi olarak,
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’ne geçmeye çalışan bana şöyle demişti:
“Ahmet, Çanakkale filler mezarlığı gibidir. Bilir misin? Filler âhir
ömürlerinde sessiz, sakin bir yer ararlar ve ölümden önceki hayatlarını orada
geçirirlermiş. Çanakkale işte öyle bir yer. Anadolu’nun kuzey batıdaki çıkmaz
sokağı, filler mezarlığı yani. Çok güzel bir yer, gidersin, bir olta alırsın,
akşamları veya hafta sonları balık tutarken karşı kıyıya, yani Gelibolu
yarımadasına bakarak iç çeker, iki tek atar,
içkini yudumlar ve şehitlerimizi düşünerek efkârlanırsın.” şeklinde bir
tablo çizmişti hayali olarak. Kendisinin içmediğini ben, benim içmeyeceğimi de
o bilirdi, ancak latife olsun diye böyle bir cümle sarf etmişti. Filler
mezarlığı sözünü ve çizdiği bu tabloyu zaman zaman ehibbaya naklederim. Vatan,
devlet ve millet hassasiyeti yüzünden bir hayli hırpalandığı dönemler oldu
maalesef. Kendisinin ve sergilediği tavrının bu hadiselerdeki rolü konusunda
herkesin fikirleri farklı olabilir, saygı duyarım. Kendisiyle ilgili
söylenecekler elbette bu kadar değil, fakat dostları ve sevenleri farklı farklı
cephelerden anlatacaklardır rahmetliyi.
Diyarbakır’dan Kırıkkale ve Ankara’ya her gelişimde, yine
her dönüşümde Malatya’ya vasıl olduğumda bilirdim ki orada Salim ağabeyim var,
sevinirdim içten içe. Yanına uğramasam da uğrayamasam da o oradaydı, bu bana
büyük bir rahatlık ve haz verirdi. Kızım Elazığ’da, ben yine o coğrafyaya
gidiyorum ve Allah nasip ederse gideceğim, ancak artık o orada olmayacak,
geçişlerimde hüzünle yâd edeceğim onu. Kim bilir belki ruhu oralarda olacaktır.
Malazgirt’teki birlikteliğimizdeki yere uzanışı ve bir
arkadaşımın çoraplarını giydirişi ile hatıra gözümün önünden gitmiyor. Prof.
Dr. Neslihan Durak hocamın Dekanlığı döneminde ve öğrenci Sait Obuz kardeşimin
temsilci olduğu zamanda İnönü Üniversitesi’ne Ermenilerle ilgili olarak konuşma
yapmak üzere davet edilmiştim Malatya’ya. Yeme konusundaki iştahı bahsedilmeye
değer, iki tas kelle paça çorbası içmişti rahmetli. Çorbanın terbiyesinde
kullanılan yumurta sarısından söz etmişti. Tuncer Baykara hocamla birlikte
Diyarbakır’da evimizi teşrif etmişlerdi bir defasında. Telefonla çok az
konuşurduk hastalığı döneminde, eziyet vermek istemezdim kendisine. En son
mesaj göndermiştim kendisine ve mesajla haberleşmiştik. Oğlunun Facebook’ta dua
isteyen yazısına icabet etmiştim. Buraya kadarmış demek ki. Allah Teâlâ rahmet
eylesin, başımız sağ olsun.
Dün vefat ettiğini öğrendiğim Hasan Onat hocamızla fazla bir
hatıramız olmamıştı, o sebeple bu yazıyı Salim ağabeyim için düzenledim.
Bununla birlikte Hasan hocamızın alanındaki yetkinliği ve kutsal değerlerimize
olan bağlılığı konusundaki hassasiyetini hep duymuşumdur. Ilgaz Sempozyumu için
biraraya gelecek ve daha etraflı konuşma fırsatı yakalayabilecektim, ancak o da
nasip olmadı. Kesin olan bir şey varsa, biz akademisyenler hem toplumdan kopuk
hem de akademik camiadan uzak yaşıyoruz. Sempozyumlar ve jüri üyelikleri olmasa
birbirimizle görüşeceğimiz de yok maalesef. İspanya gezimiz bu anlamda hayli
faydalı olmuştu. Bulunduğumuz şehirlerdeki üniversite mensuplarıyla görüşmezsek
bizleri tanıyanlar da olmayacak maalesef. Allah Teâlâ Hasan Onat hocamıza rahmetiyle
ve şefkatiyle muamele eylesin, mekânı Cennet ruhu şad olsun inşallah.