30 Eylül 2020 Çarşamba günü Mitahtpaşa Caddesi üzerinde
bulunan SGK binasında maruz kaldığım cereyanın kırgınlığı ile çıkmıştım bir gün
sonrası Ankara gezimize. Fatih Erkoçoğlu ve Mehmet Akif Fidan hocalarla Melike
Hatun Camii’nde buluşacak, Samanpazarı, Gülhane İşhanı, Bitpazarı, Hergele
Meydanı, Kale altı ve Ankara Kalesi etrafını dolaşacaktık. Böylelikle eski
kayıtlarda geçen Aşağıyüz ve Yukarıyüzün bir bölümünü adımlayacaktık.
Hedefimizde hem Ankara’nın epeydir ihmal ettiğimiz mıntıkalarında hayatın nasıl
devam ettiğini yerinde görmek hem de antika çalışma masası ve kitaplıklar
hakkında bilgi sahibi olmak vardı. Fatih hocanın aracını Altındağ Belediyesi
altındaki otoparka bırakarak öğleyin 12:00 civarında başladık gezimize. Gülhane
İşhanı’nı sora sora Samanpazarı’ndan aşağıya, eski Çocuk Esirgeme Kurumu,
Atatürk Ortaokulu, eski Adliye Binası ve Denizciler Caddesine doğru inerken yol
kenarında oturan esnafa Yahudi Mahallesini ve Sinagog’u sorduk, onlar da hemen
şu merdivenlerden aşağıya inerseniz görürsünüz dediler. Dolayısıyla neredeyse
1979 yılından beri aşinası olduğum Ankara’nın o güne kadar görmediğim kısmını
bu soru ve cevapla tanıma fırsatı buldum. Sinagog binası olsun hemen
karşısındaki Hahambaşı’nın konağı olsun görülmeye değer binalar gerçekten. Buna
karşın çoğu Ankaralı gibi, uzun süredir Ankara’da oturup da artık Ankaralı
olmuş kimseler ya da okumak, ticaret vb gibi sebeplerle muvakkaten Ankara’da
bulunanlar, Yahudi Mahallesi, Sakalar Mahallesi gibi merkezde ancak gözlerden
ırak kalmış mekânları bilmezler, hatta buralara girmeye cesaret edemezler.
Sessiz, izbe, yıkılmış ve yıkılmaya yüz tutmuş binaların bulunduğu alanlar
insanları hep ürpertir. Buraların bekçilerinin cinler, periler, baykuşlar,
yılanlar, fareler, baliciler, sarhoşlar, hırsızlar ve daha ne kadar olumsuz
işler varsa onların mümessillerinin olduğu düşünülür. Doğruyu söylemek
gerekirse, bizler de karşımıza neyin çıkacağını bilmeden daldık metruk
görünümlü sessiz ve kimsesiz sokaklara.
Sinagog kapalıydı konak da kilitli. Mahalle sakinleri vakit
öğle olmasına rağmen ya uyanmamış ya da erkenden kalkıp işlerine gitmişlerdi,
anlayamadık. Konuştuğumuz kişilerden Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri âyin
yapmak üzere cemaatin lüks araçlarla şimdi gecekondu mahallesi görünümündeki
Yahudi Mahallesine geldiğini, polisin tedbir aldığını ve âyin sonrası cemaatin
dağılıp Sinagog’un da kapandığını öğrendik. Madem geldik biraz mahalleyi
dolaşalım istedik. Mahallenin dar, sessiz ve çocuksuz sokaklarında kendimizi
biraz yalnız ve yabancı hissetsek de üç kişiydik ve konuşa konuşa ilerlerken
hem fotoğraf çekiyor hem de konuşmalarımızla üzerine adeta ölü toprağı
serpilmiş gibi görünen sokakları canlandırmaya ve sesimizle doldurmaya
çalışıyorduk. Sanki gece yarısında mezarlıktan geçen birisinin ıslık çalarak
geçmesi gibi davranıyorduk. Bir sokak köşesine eriştiğimizde suyu kesilmiş
taştan bir mahalle çeşmesi ve hemen yanı başında yeşermiş bir incir ağacı
gördük. İncir ağacı bana hem cin ve perileri hem de Necip Fazıl merhumun Bir
Adam Yaratmak piyesini hatırlattı. O arada bir köşesi pahlanmış mavi boyalı, üç
katlı bir binanın açık olan çatal kapısından/iki kanatlı kapısından bir
hanımefendi çıkarak karşıladı bizi. Hayırlı günler dileklerimiz ve akabinde
gelen bir takım sorularımız üzerine adının Zeynep, memleketinin Manisa Gördes
olduğunu öğrendiğimiz ablamız bize Türk kahvesi ikram etmek istediğini ve
vaktimizin olup olmadığını sordu. Ben de kendilerine, Türk töresinde ikram
edilen şeyi kabul etmemenin düşmanlık alameti sayıldığını, dolayısıyla ikramını
çevirmeyeceğimizi söyledim. O arada bizlere tabureler getirdi, kendisi kahveyi
kaynatırken mahalleden Tokatlı Mehmet ve Ayşe Nur adında 5. ve 6. sınıfa giden
iki kardeş eşlik ettiler bize. Herhalde arkadaşları yoktu ve onlar da bizimle
konuşmak istemişlerdi. Mehmet, çevrelerindeki ticarethanelerin kapanmasıyla
gecenin sessizliğine bürünen, ha bugün ha yarın yıkılacak düşüncesiyle
adamakıllı bir tamirat yapılmayan, doğalgaz verilmeyen ve başkentin göbeğinde
hâlâ sobayla ısınan kerpiç evlerde oturuyor olmanın üzüntüsü içinde olsa gerek
ki inşaat mühendisi olmayı; ablası Ayşe Nur da doktor olarak hem saygın, hem
kutsal bir görevi hayal etmekteydiler. Mahalleleri ve evleri küçük, ancak hayalleri
büyüktü her ikisinin de. Onları dinlerken ben de kendi çocukluğumdaki
mekânlarda ve hayallerde dolanıyordum sezdirmeden. Tokat’taki Taşhan’dan, bağ
yaprağından, pekmezden ve Turhal Şeker Fabrikası’ndan söz ettik. Berke Ali
adında bir delikanlı geçti ve Berke isminden nefret ettiğini söyledi. Ona
Altınordu Devleti hakanı Berke Han’dan, Arapça bereket fiilinden söz ettik ve
nefretini bir nebze olsun hafiflettik. Ama yine de Berke Ali değil de Ali
Berke’nin daha iyi olacağını söyledi ve uzaklaştı yanımızdan. Yolları ve
bahtları açık olsun bu çocuklarımızın inşallah.
Zeynep ablanın annesi Yenimahalle’de oturuyormuş, ikinci
evliliğiymiş ve Kazanlı olan eşi önceden lunapark işletiyormuş. Ben Iğdır diye
duydum ancak başka bir şehir de olabilir, lunapark işletirken halatlarla
kazıklara bağlı olan balon fırtınanın da tesiriyle havalanmış ve iki çocuk
ölmüş. Bu kazadan sonra işini kaybetmiş, iki yıl travma geçirmiş, işverenken iş
arayan birisi olmuş ve zor geçmiş son iki yılları. Şimdi toparlamışlar ve o
kazada kendi çocukları kurtulmuş, ona şükrediyordu Zeynep abla. Mahalledeki
evlerden, kiralardan, avlular ve kuyulardan, asayişten, komşuluk ilişkilerinden
ve daha pek çok şeyden bahsettik. Yedi sekiz senedir bu mahallede bulunduğunu,
memnun olduğunu, ikindi vakti demlediği çayları, gece yarılarına kadar olan
sohbetlerini anlattı. Üç katlı binaya 500 TL kira verdiklerinden söz etti. Bana
“yıkık değirmende kırk gün eğlenirsin” diyerek hafif eleştirisini yönelten
Yahşihanlı hemşerim ve komşuma şunu söylemek istiyorum: “İnsanlar konuşmak
istiyor, dinlenmek istiyor, statüleri-zenginlikleri bir kenara koyarak eşit
şartlarda ilişki kurmak istiyorlar. Özellikle orta yaşılar ve ihtiyarlar
konuşmayı çok seviyorlar. Bizler sosyal bilimciyiz, halkın içinden gelen
kimseleriz ve değerlerimizin yaşatılmasını, hatıraların kayıt altına alınmasını
istiyoruz. Dolayısıyla insanları dinlemekten ve onlarla sohbet etmekten,
ekmeği-çayı-kahveyi-zamanı paylaşmaktan başka ne yapabiliriz ki?” Ben bunu
gördüm, bunu yapıyorum. Haklısın, yıkık değirmende kırk gün eğlenecek olursak
işlerimizi yetiştiremeyiz, yapacaklarımız hep eksik kalır.
Çantamızda ufak da olsa hatırası olacak bir hediye
bulundurmadığımız için epey hayıflandık; ne bileyim kalem, bloknot, hikâye,
roman, küçük bir çakı, fular, mendil, ayna, tarak, toka vb gibi şeyler olsaydı
hora geçeceğini ve makbul tutulacağını düşündüm. Bundan sonraki gezilerimizde
inşallah buna dikkat edeceğim. Hâlbuki Fatih hocanın çantasında çifte kavrulmuş
lokum, Beypazarı kurusu, çikolata nevinden nevale bulunurdu hep, ama o gün
yoktu işte. Hediyemizle tekrar geleceğimizi söyleyerek ayrıldık Zeynep abla,
Mehmet ve Ayşe Nur’dan. Yıkık evler arasında lüks cipler görmek insanı
gülümsetiyordu. Örtmeli (Hundi Hoca) Mescidi’ni ilk defa gördük ve Sakalar
mahallesine de ilk defa gittik. Mescit 14. Yüzyıla tarihlenmiş ki, içine
girdiğinizde hak veriyorsunuz. Ahşap direkleri, ahşap tavan işlemeleri ile
mutlaka görülmesi gereken bir bina. Öğle namazını eda edip mescidin hocası
Çorum Sungurlulu Osman hoca ile sohbet ettik. Sakalar Okulu’nu, engelli bir
çocuğun dış yüzeyini resimlerle bezediği bir binayı ve Sakalar mahallesini
arşınladık. Eskicioğlu, Kağnıcıoğlu ve Leblebicioğlu Camilerinin üçgen meydana
getirdiklerini öğrendik. Malatyalı, Niğdeli, Tokatlı esnaf ile konuştuk,
Niğdeli bir teyze ile sohbet ettik. Korumaya alınmış mezarı ziyaret ettik, suyu
kurumuş bir mahalle çeşmesinin, bir avludaki tavşanların fotoğraflarını çektik.
Niğdeli Fatma teyze kira olarak 150 TL veriyormuş oturduğu evine. Yıkılan
evlerin yerlerinin otopark olarak kullanıldığını gördük.
Gülhane İşhanı’nı ziyaret edip terzilerden Kırşehirli Halil
Hilmi ve aslen Afyonlu olup eş durumundan Çiçekdağ/Kırşehirli Yusuf Beylerle
sohbet ettik, ikram ettikleri çayı içtik. Özellikle erkek pantolonlarındaki
peyik konusunu konuştum onlarla, ağabeyimden öğrendiğim kaplumbağa ve tilkinin
ortak buğday ekme hikâyelerini anlattım onlara. Hilmi Bey bir cekete kol
takmakla uğraşıyordu ve en zor kısım da burasıymış, tutturamadı bir iki kez
söküp tekrar taktı ceketin kolunu ve eğer siz olmasaydınız ben bu ceketi yere
vururdum dedi. Terzinin birisini sabaha karşı idama götüren gardiyanlara terzi:
“Beni nereye götürüyorsunuz?” dediğinde gardiyanlar doğruyu söylemişler. Bunun
üzerine terzinin: “Ben de ceket kolu takmaya götürüyorsunuz zannettim” dediğini
nakletti Hilmi Bey ve gülüştük. İzin isteyerek ayrıldık işhanından.
Meşhur Boğaziçi Lokantasının önünden geçerken Kazım Yaşar
Kopraman hocamın Ankara tava yemeğiyle
ilgili sözünü naklettim arkadaşlara. Henüz acıkmadığımız için ilgimizi
çekmedi, fakat salgın bir hayli etkilemiş ve sarsmış esnafı. Lokantanın önünde
bekleyen delikanlı ile sohbet ettik ve kaldırımda bulunan kesilmiş ağacın orta
kısmının boşaltılarak içine dikilmiş olan üç yıllık büyükçe ağaçtan söz ettik.
Hızlı bir biçimde Bitpazarını dolaştık ve alışverişe gelmiş çok sayıda Afrikalı
erkek ve kadınlarla karşılaştık. Numune Hastanesi önünden bindiğimiz taksiyle
Kaleye ulaştık. Pilavoğlu Hanı ve çevresindeki antika eşya satan dükkânları
dolaşıp esnafla sohbet ettik. İkindi namazını Arslanhane/Ahi Şerafeddin
Camii’nde eda ettik. Emin Antik’te antika masa ve eşyalar ile resim ve tablolar
üzerine uzunca sohbet ettik. Orta Asya, Balkanlar, İran, Mısır gibi
coğrafyaları dolaştık tabloları incelerken. Hoşuma giden tablolar vardı ancak
benim takatimin üzerinde bir fiyata satıldığından şimdilik kaydıyla sonraya
bıraktım. Saat Kulesi’nin dibindeki kafenin ikinci katına çıkarak günbatımında
ve ufkun kızıllığında Ankara’nın fotoğrafını çektik. Akşam namazını kale içinde
Ramazan Şemseddin Camii’nde kıldıktan sonra yemeğimizi Cağ Kebap’ta yedik.
Kahvemizi de Hamamönü’nde içelim öyle dağılalım dedi arkadaşlar, biz de icabet
ettik denilene. Kocatepe Kahvecisi’ndeki genç kıza Urfalı mısın diye sordum,
Konyalıyım dedi. Pek yanılmam tipolojilerde ancak bu cevap beni tatmin etmedi.
Kızcağız da anladı aslında inanmadığımı ve bilahere Kululu olduğunu söyledi.
Şeyh Taceddin Camii civarında medfun mevtaya dualar ettik ve Allahımıza
şükrettik.
15.000 adım attığımızı söyledi telefonlarımız. Ankara
elbette 15.000 adımda dolaşılmayacak bir şehir. Eski şehri dolaşmanın 200.000
adımdan aşağı tutmayacağını düşünüyorum naçizane. Öğrencilerimizle gittiğimiz
İstanbul’da üç gün boyunca her gün 35.000 adım atmış ve gezi dönüşünde iki
hafta hasta yatmıştım. Bu defa cereyanda kalmam ve 15.000 adım beni hayli
sarstı. 01 Ekim 2020 Perşembe günü dolaşmıştık Ankara’yı, ertesi gün Cuma
namazı sonrası Yahşihan’da bir cenaze törenine katıldım ve akşamına yine
yattım. O gün bugündür hastayım, bir hafta sonra 09 Ekim 2020 Cuma günü
yaptırdığımız Covid-19 test sonucumuz ailecek “Pozitif” çıktı ve on günlük
karantina dönemimiz başladı. Şunu söylemek istiyorum emsal ve akranıma: Artık
genç değiliz, mevsim güz ayları, ortalıkta bir salgın gezip dolaşıp bazı
seyreltmeler yapıyor. Dolayısıyla kendinizi fazla yormayın, terlemeden dolaşın
veya terlediyseniz üzerinizde soğutmayın, yedek giysi bulundurun yanınızda ya
da sırtınıza havlu salın, sık sık dinlenin ve soluklanın. Ben yandım eller
yanmasın diye yazıyorum. Allah sizleri korusun inşallah.
Selametle kalın Kıymetli Dostlar.