Yol kenarındaki çınar ağacının dibinde durdurmuştu atını.
Hem biraz dinlenecek hem ikindi namazını kılacaktı. Abdest almaya yeltenince,
uzaklardan birisinin yürüyerek geldiğini fark etti. Abdesti bitirince iyice
yaklaşmış, uzaktan geldiği belli olmasına rağmen, üzerinde hiçbir emare yoktu.
Selamlaştılar, hal hatır ettikten sonra namaz kıldılar. Derviş gibi bir hali
vardı gelen yolculunun. Güzel bir sohbet hâsıl oldu. Yolcu müsaade isteyip yola
revan olmak istediği zaman İsmail ona “Nereden gelirsin, nereye gidersin bey
amca?” diye bir sual yöneltti. O da müeddep bir şekilde “Topraktan geldik,
toprağa gideriz.” dedi.
İşte
her şey aslına rücu eder. Nereden gelir, nereye gideceğimiz belli olan bir
dünyada yaşıyoruz. Topraktan yaratıldık, sonunda da toprağa gideceğiz.
Bedenlerimiz yaratılmadan önce, ilk önce ruhlarımız yaratıldı. Bez-i elest
meclisinde, Rabbi’miz “Elestü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbi’niz değil miyim?) Yaratılmış
ruhlar ise “Kalu bela” (Evet, sen bizim Rabbi’mizsin) dediler. Bedenlerimiz bu
dünya malından olduğu için cesetlerimiz burada kalacak, ruhlarımız ait olduğu
yere gidecek. Geldiğimizde temiz geldik, dünya kirli olduğu için biraz
kirlenmiş olabiliriz. Bizler kirlenmekten değil, temizlenmemekten korkalım.
Bedenin temizliğine nasıl önem veriyor isek, ruhun temizliğine de bir o kadar
önem vermemiz gerek. Ruhumuza bulaşan kirlerden arınmanın nasıl olduğunu hemen
hemen herkes bilir. Bize bahşedilen harikulade vücut ile yapılan günahları
sadece iki dudak arasındaki dille, samimi bir kalple edilen bir tövbeyle
tertemiz olacağımız aşikâr.
Son âna
kadar tövbe kapısı açık. Allah-u Teâla biz günahkâr kullarını affetmek için
bahane ararken, biz kullar huzura gitmemek için bahanelerle kendimizi
avutuyoruz. Hani diyor ya üstat Necip
Fazıl “Kapı kapı, bu yolun son kapısı ölümse! Her kapıda ağlayıp o kapıda
gülümse”