Kara, parlak zümrüt yeşilinden
iki gözü de görmezden gelinirse kapkara... iki yıldır beni görmesiyle bana
doğru koşması bir oluyor. İçinde
bulunduğu kalabalıktan kimse koşmasa da onun bana doğru koşması benim için ne
demek bilemezsiniz. Bir kere kendimi çok değerli hissediyorum, hem de hiç
olmadığım kadar hem de hiçbir insanın şimdiye dek hissettiremediği duygularla
doluyor içim. Minnetine karşı minnet
duyuyorum. İyi ki nankör değil diye seviniyorum. İyi ki yiyip içip sırtını
doğrultur doğrultmaz kaçanlardan değil.
Başını ellerime teslim edişi,
sırtını okşarken tüm hırçınlıklarından sıyrılışı öyle güzel ki. Hayattaki pek
çok sorumluluğumu ben seçmedim ama onu beslemeyi, sevmeyi, susuzluğunu
gidermeyi ben seçtim ve zamanla seçtiklerim içinden en güzel duygularımı
harekete geçiren bir sorumluluk oldu bu. Ona her dokunuşumda öfkem, kederim kış
gibi güneşte eriyip gitti. Severken seviliyorum, ellerim parlak kara tüylerinde
akarken onun iştahla getirdiklerimi yemesi ayrı bir zevk veriyor bana. Normalde
bu oburluk insanda olsa çok kızarım hatta öylesi insanın karşısında oturup
yemek yemekten midem bulanır. İki lokma fazla yemek için birbirinin gözünü
oymaya çalışanlar gelir aklıma. Afrika gelir, açlar gelir... Gelir de gelir.
Oysa Kara öyle mi? Onu sevip
izlerken çocukluğum gelir aklıma. Taş bir evin önündeki avlunun toprak zeminine atmışız küçük tüpü, üstünde
alüminyum tencere, içinde şakır şakır kaynıyor patatesli bulgur pilavı... Bu
yemeğin bir adı var mı bilmem ama bilmesem de yapılışını iyi bilirim. Altı yedi
yaşlarındaki çocuk belleğim tüm sırayı kaydetmiş. Önce soğanlar kavruldu sonra
salça, ardından patates eklendi, siyah
kulplu alüminyum kapak bir süre kapatıldı. Tekrar açılıp karıştırıldı ardından
bulgur, su, tuz eklendi. Buruşuk, mavi damarlı bir el karıştırdı malzemeyi
tekrar kapattı. Piştiğinde suyunu tam çekmemiş olacak. Yani hafif sulu inecek
tüpten. Ölçü mü? Göz kararı her şey. Hiçbir şeyin ölçüsü yok, paylaşmanın da.
Tüpün etrafında yüzü beyaz sırtı sarımsı bir tekir kedi dolaşıp durdu. Arada sırada
kaynayan tencereye çok sokulunca azar işitse de kaçıp gitmedi. Yemekteki
malzemelerin bir ölçüsü kedinin de bir adı yok. Ben ona Kedi diyeyim. Her
şeyiyle tüm huylarıyla aklımda olan bu kedi azar işitse de dövülmeyeceğini, aç
bırakılmayacağını bilirdi, kaçmayışı bu yüzden.
Anneleri tarlaya giden çocuklar sabırsızlanarak koro halinde
"Ebe(babaanne) acıktık." diye yarı ağlaşan seslerle çığırırken kedi
de miyavıyla eşlik ederdi bu küçük koroya. Dört torun, bir kedi, patatesli
bulgurun pişmesini sabırsızlıkla beklerdik. Ebemiz bizim tabaklarımıza yemeği
bölüştürürken cömertti biz de Kedi'yi beslerken. Gündüzleri güneş; kapımızı,
avlumuzu, sırtımızı okşarken cömertti. Geceleri ebemiz masallarıyla uykuya
dalmamızı sağlarken cömert...
Bir zamanlar insanlar, sevgide ve
paylaşmada cömertti. Şimdi yemek
artıklarını sokak hayvanlarına vermeyi ya akıl edemeyen ya da onlarla empati
kuramadığından mı ne çöpe deviriveren çok insan var. Kendisinden başka kimseyi
düşünmeyen... Saysam saysam neyi sayayım hangi müthiş özelliğimizi, bir hal
hatır sormaktan aciz kalışımızı mı? Gerek yok biliyorsunuz zaten. Sadece
hatırlatayım istedim. Birbirimize kırgın olabiliriz, öfke dolu, umursamaz,
ilgisiz de... Kuşlara, kedilere, köpeklere, yani sokaktakilere bari olmayalım
önümüz kış. Kara, bana her görüşümde çocukluğumu anımsatır ama anımsatmasa da
severdim onu. Onun muhtaçlığını, ağızlı ama dilsizliğine rağmen bir pati
okşayışı, bir mırmırı ile neler neler anlatmaya çalıştığını bilirdim. Önümüz
kış, karaları, beyazları, sarıları; kanatlıları, kuyrukluları, dilsiz
dostlarımızı... Unutmayalım! Onlardan kötülük görmedik ama onlara çok kötülük
ettik. Hadi affettirelim kendimizi.