1970 yılların başı, Kırıkkale Balışeyh
ilçesi, rakımı yüksek bir yayla köyü, bağ bozumu zamanı. Bin dört yüzlü
yıllarda uçsuz bucaksız yaylalarında Osmanlı’ya para karşılığı at besleyip
satan, mor sümbüllü dağları, yonca, sümbül, gelincik çiçeği, öksüz oğlan,
çiğdem çiçekleriyle bezenmiş insanı mest eden, mutluluktan göğsünü kabartan
doğa güzelliğine sahip üzüm bağları ve bu bağlarda çalışan yüzlerce kızlı,
erkekli köy ahalisi. Budama, çubuk toplama, bağ gözü açma, bağ belleme, ışkın
kırma, yaprak toplama, kükürt atma, üzüm kurutma neşeyle yapılan işler yanında
çalma, pekmez, haside, pekmez kömbesi, bağ ekşisi gibi çeşitli ihtiyaçların
karşılanmasından sonra 4 - 5 tonluk traktör römorklarını dolduran şaraplık
üzümler. 50-60 kg. lık küfelerdeki üzümleri yorulmadan küheylan gibi taşıyan
köylüler, sevinçleri gözlerinden okunan haddini bilen, birbirine saygıda kusur
etmeyen yapıda ve karakterde edep, erdem sahibi doğayla bütünleşmiş uyumlu
insanlar.
O tarihlerde şaraphaneye üzüm
satmak köyün en büyük gelir kaynağıydı. Gel velakin köylünün canını sıkan uzun
yıllar halledilemeyen bir sorun vardı. Köyün en büyük gelir kaynağı üzüm
bağlarına dadanan, yüzlerce kilo üzümleri yiyerek çöpresini dalında bırakan
sahipsiz köyün itleri ve bir de önüne gelen köylünün bağından bedavadan
üzümleri yiyen üzüm canavarı Habip. Her gün üzüm zamanı gizli gizli omçaların
başına oturup bir canavar iştahıyla onlarca üzüm yer, doymak bilmezmiş.
Bu iki bela yüzünden köy ahalisi
üzümler sararıp altın renginde olgunlaşmasını beklediği zaman içerisinde
bağlardaki üzümlerin sayısı önemli ölçüde azalmakta bu da bağ sahibi köylünün
canını sıkmaktaydı. Köy odalarında ve kerpiç duvarın duldasında günlerce bu
konu konuşulur, bir çare aranırdı ama bir türlü akla yatkın bir çözüm
bulunamazdı. Bazı bağ sahiplerinin bağ ortasına korkuluk yaptığı, ölmüş inek,
öküz kafatası kemiği astığı bile olurdu.
Yine
bir gün köylüler kendi arasında konuşuyordu:
— Yok, arkadaş bu işe mutlaka
bir çözüm bulmamız lazım!
— Elbette bulmamız lazım, yoksa
bu gidişle bağda üzüm kalmayacak komşular.
— Sen ne dersin Haşim emmi bu
iş nasıl çözülür?
— Valla Ekrem bilmem ki,
sırasıyla tüfeklerle bekçilik mi yapsak?
— Yüzlerce bağ aynı anda nasıl
beklenecek, bu akıllı bir çözüm değil.
— Size bir çözüm yolu şöyleyim
mi komşular, gelin itlerin tümünü vuralım kurtulalım, ne dersiniz?
— Bence daha iyisi ne biliyor
musunuz arkadaşlar, kırk iti vurmadan bir Habib’i vuralım ondan daha iyi.
*
Yine aynı tarihlerde Kırıkkale
Delice kazası üzüm bağlarıyla meşhur Bektaşi köylerinden birinde yaşanmış bir
olay. Köyün ahalisinden bir grup kazancı daha fazla olduğundan üzümlerden
pekmez yapar, 18 litrelik tenekelere doldurup, her eşeğin sırtına ikisi sağ
tarafa, ikisi sol tarafa olmak üzere dört teneke pekmezi yükleyip köye yakın
mesafede olan Çankırı pazarlarında satmak üzere sabahın erken vaktinde yola
koyulur pazarda satıp iyi bir gelir elde ederlermiş. Akşama doğru
pekmezcilerden birisi diğer arkadaşlarına “siz yavaş yavaş köye doğru gide
durun, ben alışveriş yapıp arkanızdan yetişirim” diyerek ekipten ayrılıp,
kestirme bir yoldan çok hızlı bir şekilde köylerine yakın ağaçların bol olduğu
ormanlı bir bölgede gizlice saklanır, kafasını gözünü eşkıya görüntüsünde
bağlar, akşamın karanlığında önlerine çıkıp elinde mavzer “davranmayın yakarım” diyerek kendi yol arkadaşlarını soyarmış. Bu
olay arka arkaya birkaç defa olunca pekmezciler durumu anlamış. İçlerinden biri
“Ağam bizdensin bizden olmaya amma örfünden bek korkuyom” diyormuş. (Örf:
Şekil, şemal, görüntü…anlamında)
*
Bir gün tilki yavrusuna sıkı
sıkıya öğüt veriyordu;
- Bak yavrum, köyün mollasının bağındaki üzümler hariç bütün bağlardaki
üzümlerden yiyebilirsin. Sakın sözümü unutma, anladın mı! Aç kalsan bile,
mollanın bağını asla aklının ucuna bile getirme...
Şaşıran tilki yavrusu,
- Neden anneciğim, Mollanın bağındaki üzümler zehirli mi? Diye sorar. Anne
tilki:
- Hayır çocuğum, Molla, bağındaki üzümü yediğini fark ederse, tilki eti
helaldir diye fetva verir, Alimallah neslimizi, soyumuzu, sopumuzu tüketir...