|
 |
Fazlı GÜVENTÜRK
|
|
Bugünkü yazım bir dost yazarın anlattığı kimine göre ilginç kimine göre sıradan iki yaşanmışlıkla başlıyor.
1990'lı yıllar. Otobüsle Lüleburgaz'a gidiyorum. Yanımda bir asker var. Dağıtım izninden birliğine dönüyor. Yüzünde kısmen köse olduğunu da belli eden 15-20 günlük bir sakalı var. Lüleburgaz'a yaklaşırken yanımdaki genç yerinden kalktı ve şoförün yanına gidip bir şeyler söyledi. Geri döndüğü andan itibaren gözü bir saatinde, bir yoldaydı.
'Hayırdır' diye sordum, 'İmam Hatip Lisesi mezunu olan' bendenize, akşam namazının vaktinin çıkmak üzere olduğunu hatırlattı. O dakikadan itibaren o gencin namaz vakti geçmeden Lüleburgaz'a varıp varamayacağımız konusunda endişesi sürüp gitti. Ben ise epeyce(!) rahattım. O gence 'namazı kaza ederiz' dedim ama dediğime, diyeceğime pişman oldum. Yüzüme öyle bir baktı ki...
Yatsı namazına bir kaç dakika kala Lüleburgaz'daki otobüs yazıhanesine ulaştık. Aşağıya indik ve ben namaz kılabileceğimiz yer aramaya başladım. Görevli bana yazıhaneyi tarif ederken bir yandan da otobüsten birlikte indiğimiz gence 'gel' demek üzere arkamı döndüm. Gördüğüm manzara beni öyle bir çarptı ki... O genç, boynundaki atkıyı yüzlerce insanın gelip geçtiği kaldırıma sermiş, namaza durmuştu.
İkincisi ise; beni çarpan en önemli hadiselerden birini Zemzem sebilinin başında yaşadım. İki bidon alıp Beytullah'a 50 metre uzaklıktaki zemzem sebilinin önündeki kuyruğa girdim. Önümde Çinli (Doğu Türkistanlı değil, Çinli...) arkamda Iraklı bir Müslüman.
Yarım saat sonra çeşmelerin yanına kadar gelmiştim. Bidonlarımızı yerde dizili duran diğer bidonların yanına koyup beklemeye başladık. Benden önceki hacının son bidonu da dolmak üzereydi ki birden Zemzem akan çeşme akmaz oldu. Hal bu ki, tam da sıra bana gelmişti. Kim kesti bu suyu diye sinirli bir şekilde ayağa kalkarken ihtiyar bir hacının sesi duyuldu: Salah, hacı salah! Yani namaz, namaz..." Saate baktım, akşam namazı yaklaşmıştı.
Zemzem sebilinin vanası, namaz vakti geldiği için kapatılmıştı. Bidonlarımızı öylece bıraktık, bulunduğumuz yere seccadelerimizi serdik ve hayata namaz arası verdik. Tıpkı 1990'larda otobüste yanıma oturtulan o gencin hayatın en işlek yeri olan kaldırıma serdiği atkı gibi tesirliydi Zemzem'in bir anlık kesilişi... 'Zem' Arapça 'Dur' demek.
Hazreti Hacer oğlu Hz. İsmail'in ayakları dibinde akmaya başlayan suyu görünce Zem! Zem! diye seslenmiş akıp gitmesin diye... İsmi bu yüzden Zemzem kalmış.
Zemzem, o akşam namazı vaktinde dile gelip, bize sesleniyordu: Dur! Hayata biraz ara ver. Kendine gel. Nereye bu gidiş. Nereye yetişeceksin? Sakinleş. Huzura gel.
Bilmiyorum hayata beş vakit “dur” diyebiliyor musunuz?
Ancak kesinlikle dur demek gerekiyor bu maddi dünyaya. Elbet hayat devem edecek, yine endişemiz olacak, yine karnımız doyacak, yine üzüntü, sevinç, öfke olacak. Kaçınılmaz bunlardan. Ama bu duygulara birkaç dakikalığına “dur” diyebilmek, hele bunu cemaatle diyebilmek.
Bir profesör adını hatırlamıyorum şimdi. İşten çıkıp evine giderken eşine telefon ediyor. “Kılmayın bekleyin namazı. Ben gelince çocuklarla birlikte cemaat yapalım. “ hep namazları birlikte kılarlarmış. Yetişemiyor ve trafik kazasında hayatını kaybediyor. Bu şehitlik değil mildir?
Hayata bu koşturmada ara verin. Camiye gidemesen de eşin ve çocuklarınla birlik olup hayata az bir zaman “dur” de.
Muharrem ayı ve içimizi yakan Kerbela olayının yıldönümü inşallah tüm insanlığa selamet ve barış getirir.
Selam ve dua ile…
|