Yazmaktan soğumamın sebebinin yeteri kadar okumamak olduğunu fark ettiğimde yazmaya bir süre ara verdim. Bir süre, daha önce hiç okumadığım, farklı dünya görüşleri olan yazarların kitaplarını okuyacaktım. Kütüphaneden aldığım kitapların arasında Orhan Pamuk’un“Benim Adım Kırmızı“ adlı eseri de vardı. Açıkçası önyargılarım vardı! Sadece bir de Orhan Pamuk kitabı okumaktı niyetim. Edebi değeri bir tarafa geleneksel Türk- İslam sanatı ile ilgili kültürel birikimine hayran oldum. Beni cezbeden yönü 17.YY’ın başlarında, hattatların, nakkaşların büyülü dünyasında geçmesi oldu. O dönemde gecen polisiye gibi bir roman. Yazar bu kitabı yazmadan önce aylarca British Museum’da, çoğu o dönemlerde Payitahtı ziyaret eden batılı gezginlerin eserleri arasında araştırma yapmış.
Kitapta bu büyülü dünyaya hayran kalan gezginlerin karın ağrılarından kaynaklı bazı unsurlarda var ama böyle bir eseri yazmayı bırakın okuyabilmek için bile geleneksel Türk-İslam sanatları ile ilgili belirli bir seviyede kültürel birikiminiz olması gerekir. Geleneksel Türk İslam sanatları… Bu terimin açılımı bence Türklerin Müslüman oluşundan sonra İslami kriterlere riayet ederek yapmaya çalıştıkları görsel-işitsel bütün sanat faaliyetlerini içerir. Hat, minyatür, tezhip, çini, ahşap oymacılığı…. Sanatseverim! Özellikle sanatını icra ederken dinimize uygun kriterlere bağlı kalarak sanatlarını icra eden Türk-İslam sanatı sanatçılarının hayranıyım. Nasıl olmayayım ki? Tabiattaki pek çok figürün stilize edilerek aktarıldığı desenler, süslemeler biz onların isimlerini anlamlarını bilmesek de her yerde. Kitap kapaklarında, ashap kapılarda, çeşmelerde, mezar taşlarında, bakır kaplarda her yerde… .Kitabın okuyucularından, romanın başkahramanlarından birinin ağzından dökülen şu cümleye atfen minyatür sanatına bir ağıttır diye yorum yapmışlar “ Minyatür geleneği zamanla kaybolacak, nakkaşlar unutulacak batının sanatı ve resmi baskın olacak…” diye. Şahsen minyatür sanatı hakkında bilgim; Çok sevdiğim tarih kitaplarında hayranlıkla seyreylediğim örnekler ve izlediğim belgesellerden edindiğim bilgilerle sınırlı. Koskoca şehirlerin savaş meydanlarının en ince ayrıntısına kadar resmedildiği minyatürlerin, en belirgin özellikler kullanılan renklerin, çok canlı çizilen figürlerde de boyut olmaması. Okurların bu yorumlarına rağmen benim gözlemlediğim batılı ressamları öne çıkarma çabasına rağmen dönemin Türk-İslam sanatları tanımı içerisine giren sanat dallarına ve sanatçılara duyulan bir hayranlık. Üzülerek belirteyim işin en acı yönü ise bizim gecen yüzyıllar içerisinde kendi değerlerimizden kendi sanatımızdan uzaklaşmamız, kendimizi tanıyamayacak hale gelmemiz.
Hatırlayanlar olacaktır; daha geçen yıl bir vatandaş almış eline çekici Eyüp Sultan’daki çinileri parçalıyor. Allah(cc) lafzı yazılı çinilerden birinin üzerindeki kanatlı Rumi desenini şeytan figürüne benzetmiş de o yüzden!… Rumiler gelişi güzel karalamalar değildir. Hayvansal kökenli, kuşkanadının tanınmayacak derecede stilize edilmiş formlarıdır, diye geçer konuyla alakalı kaynaklarda. Sadece büyük yapılarda değil evinizdeki bir bakır tepside, eski bir köy evindeki kapı üzerinde, dolap kapaklarında, çeyiz sandıklarının üzerinde de görebilirsiniz. Allah(cc)onlardan razı olsun. Atalarımız yüzyıllarca kalacak bu eserleri inşa ederken emin olun her ayrıntıyı hassasiyetle gözden geçirmişlerdir. Burada sorun bizim kendi sanatımıza yabancılaşmamız ve kendi değerlerimizden uzaklaşmamızdır. Bunu bilmek dahi kendi yorum yapmadan önce bir araştırmaya bilgi edinmeye yöneltmeli hepimizi. “Edebiyat, sanat bir zümre için bir sınıf için birkaç kişinin marazi keyfi için değildir. Sanat bütün bir milletindir! Onun konuştuğu, kitaplardan öğrenmeden bildiği tabii lisanla eda olunmalıdır.” (Doç. Dr. Selaattin Dilidüzgün’ün Ömer Seyfettin’in Seçilmiş Öyküler kitabından alıntıdır.)