Vefatınızın üzerinden uzun yıllar geçti Arif Nihat Asya Hoca’m. Ardınızda otuz dört kitap ve milyonlarca gözü yaşlı yetim bıraktınız. 5 Ocak 1975’te ahirete yolculuğunuz da hayatınız gibi mütevazı bir topluluğun omuzlarında tamamlandı.

Her geçen gün daha çok hissediliyor bıraktığınız boşluk. Sizin yokluğunuzda biz biraz daha sahipsiz, biraz daha boynu bükük kaldık.

Bizim nesil sizi tanıma bahtına eremedi. Çünkü apansız ahirete irtihal ettiğinizde biz dünyaya gözlerimizi yeni açmıştık. Lise döneminde “Bayrak” şiirine meftun olmamla başladı eserlerinizle tanışmam. Asıl dostluğumuz ise üniversite yıllarına rastlar. Bizim nesil sizin şiirlerinizle büyüyüp zulme baş eğmemeyi öğrendi, mâziyle hâli birleştirdi istikbâl adına.

Zaman Türk kültürünün çınarlarını birer birer kattı kendine. Sizden hemen sonra başlayan dökülme Nurettin Topçu’yla, Erol Güngör’le, Osman Yüksel’le devam etti. Onların acısı yüreğimizde taptaze dururken bu kervana Ahmet Kabaklı da katıldı, kalemizin dört duvarı da yıkıldı. Günümüzde bir elin parmağını geçmeyecek kadar alperenler kaldı. Biz mahcuptuk onların yerinin doldurulamayacağını geç anladığımız için.

Başta sömürgeci devletlerin maşası terör örgütü, sırtımızdan saplarken hançerini daha çok anlıyoruz bayrağın kutsallığını, daha çok hissediyoruz eserlerinizle tek yürek olmayı, tek bayrak altında toplanmayı. Hâlâ ülkemizde, bayrağımızı ayakta tutabilmek için binlerce genç, hayatının baharında gözlerini kırpmadan şehadet şerbetini içmektedir. Çünkü bayrak kutsaldı. O, mavi göklerin süsü, kız kardeşimizin gelinliği, şehidimizin örtüsü, destanı yazılacak kutsal değerimizdi. Bayrak varsa namus vardı, insanca yaşamak vardı. Siz ise şanlı ay yıldızımızı “nereye isterse oraya dikmek” arzusuyla tutuşan Ulubatlı Hasan’dınız, serden geçendiniz. Bu duygu yoğunluğunu, size “Bayrak Şairi” unvanını hak ettiren unutulmaz dizelere dökmüştünüz.


“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,

Işık ışık, dalga dalga bayrağım!

Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın

Mezarını kazacağım.

Seni selâmlamadan uçan kuşun

Yuvasını bozacağım

…      

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;

Yeryüzünde yer beğen!

Nereye dikilmek istersen!

Söyle, seni oraya dikeyim!”


Malazgirt’ten Çanakkale Savaşı’na kadar bütün topraklarımızı şehitlerimiz bekliyordu ecdat ruhlarıyla beraber. Bu topraklar için canlarını seve seve feda eden, bu kutsal vatan için şehit düşen askerlerin “Meçhul Asker” olmadığını, onların Türk askeri olduğunu sizden dinlemiştik. Artık biliyorduk ki şehitler tepesi boş değildi, bunu dizelerinizle yüreğimize işledik.


“Şehitler tepesi boş değil,

Birisi var bekliyor…

Ve bir göğüs nefes almak için

Rüzgâr bekliyor.

Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye,

Yattığı toprak belli,

Tuttuğu bayrak belli,

Kim demiş ‘Meçhul Asker’ diye?”


Modern zaman elimizi kolumuzu bağladı bizim. Tek tip insan yetişmeye başladı. Okumayan, düşünmeyen, günübirlik yaşamaya çalışan insancıklar türetti bu çark. Siz gittikten sonra etrafımızı içi boşaltılmış, amacı olmayan, tamamen tüketim toplumundan beslenen kahramancıklar sardı; onlardan medet umar hâle geldik.

Gönüldaşın Osman Yüksel Serdengeçti gençler için “Âlemlerin Rabbi’ne inansınlar. Küçük dalgaları, dalga geçmeyi, kaldırım sevdasını bıraksınlar. İman denizlerinin büyük dalgalarında, sonsuzlukta kaybolsunlar, var olsunlar. Büyük davalarla davalansın, ulvî sevdalarla sevdalansınlar.” diye telkinatta bulunurken siz de bunu perçinlemek adına gençlikle özdeşleşen, onlara kuru bir tarih hayranlığı üretmenin ötesinde dünyaya yeni bir ufuk açma gayreti aşılamak amacıyla onlara mücadele ruhu ve yolu çizmekteydiniz Fetih Marşı’nda. Bilge Kağan’ın “Ey Türk milleti düşün ve kendine dön!” özdeyişinin sizin üslûbunuzda yeniden hayatiyet kazanmasıydı, gençlere bir vasiyetnameydi aynı zamanda.

“Yürü: Hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

 

Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden…

Senin de destânını okuyalım ezberden…

Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…

 

Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

Yine “Kalk Yiğidim” şiirinizde “Dağ Başını Duman Almış” marşından esinlenerek Türk büyüklerine ve kahramanlarına seslendiniz:

“Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı…

Parçalandı bir kıtanın toprakları,

Aslan payını aslan olmayan aldı…

Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.”


Sanatçı kişiliğe sahip olmakla beraber dengelerini muhafaza edebilen nadir şairlerimizdendiniz. Çünkü Cumhuriyet’in ikinci ve üçüncü neslinden farklı olarak Osmanlı döneminin kültürel derinliğine ve duygusal olgunluğuna sahiptiniz.

Kelimeler elinizde hamur gibi yoğrulmakta; zaman zaman iğneleyici, eleştirici, alaycı üslupla yazdığınız şiirler bizim dünyamızda ayrı bir yer tutmaktadır. Bunları kaba mizah anlayışıyla değil, çok ince ve zarif bir mizah anlayışına uygun yapıyordunuz. Bilgi ve kültür birikiminizle, kâmil insan kişiliğinizle cümle yaratılmışlara sevgi penceresinden bakıyordunuz.

Camiler ayrı bir anlam kazanırdı şiirlerinizde. Bunlarda “ses verip ses alan, suyundan meleklerin abdest aldığı şadırvanları” estetik hâle getirirdiniz. Hele Süleymaniye ki ruh ışığını aldığınız, mazisinin ihtişamını bulduğunuz, avuçlarınızı dua dua açtığınız yerdi.


“Sütunu kıyamdır, kemeri rükû

Minareleri her hâliyle dua…

Biz açarken iki avucumuzu

O, bizim için dört eliyle dua.

 

Doğuda, batıda sana döndükçe

Nasıl anlatayım gördüklerimi:

Sensin destanımın ‘yelkeni atlas,

Direkleri gümüş.’ dediği gemi.”


Türk milliyetçiliğini asık yüzlü, ağır hareketli, içi boşalmış sloganlara hapsederek yaşama alanlarını kısırlaştıranların karşısında şair, öğretmen, bilgili, dünü bugüne, bugünü yarınlara yük yapmadan yaşamış, “yaratılanı Yaratan’dan ötürü” sevmeyi bilmiş bir büyüğümüz olarak her zaman hatırlamaktayız sizi.

Hem düşünür hem sanatçı, hem fikir adamı hem gönül adamı gibi pek çok niteliği kişiliğinizde nasıl barındırabildiniz? Bir şairin gücünü aşacak ölçüde renkli, çok biçimli sayısız şiiri yetmiş bir yıllık ömrünüze nasıl sığdırabildiniz? Bunun sırrını anlayabilirsek eminim o zaman bizler için dünya daha anlamlı olacak.

Son dönemde iki cihan güneşi, kâinatın efendisine yakışır en güzel naatları sizden okuduk, iki yüz dizeyle şekillenmiş aşkın tezahürüydü bu. Fuzûlî’nin Su Kasidesi’nde başını taştan taşa vurarak akan, Süleyman Çelebi’nin hâlâ dillerde olan Mevlit’ine bir halka da siz eklediniz. Ki bu Mehmet Akif’ten, Yahya Kemal’den, Necip Fazıl’dan beri gençliğimizin okumadığı ve dinlemediği kadar güzel bir peygamber şiiriydi.


“Gel, ey Muhammed, bahardır…

Dudaklar ardında saklı

Âminlerimiz vardır!..

Hacdan döner gibi gel;

Mi’rac’dan iner gibi gel;

Bekliyoruz yıllardır!

Konsun, yine pervazlara

Güvercinler;

“Hû hû”lara karışsın

Âminler…

Mübarek akşamdır;

Gelin ey Fatihâ’lar, Yâsin’ler…”


Sizi anlamak adına bugün bize düşen, ruhunuzun ve fikrinizin izlerini bıraktığınız “Duâlar ve Âminler, Yürek, Köprü, Aynalarda Kalan, Yastığımın Rüyası, Ayetler, Kanatlar ve Gagalar, Heykeltıraş, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Rubâiyyât-ı Ârif, Kökler ve Dallar, Emzikler, Enikli Kapı, Aramak ve Söylememek” gibi kitaplarınızı özümseyene kadar okumaktır.

Bizler büyük bir hazine üzerinde oturup açlıktan gözyaşı döken dilencilere benzemeye başladık. Ne zaman ki bu millet sizin gibi abidevî şahsiyetleri gerçekten anlarsa işte o zaman gelecek güzel günler bizim olacaktır.

Ruhunuzun şad, makamınızın cennet olması dileğiyle yine sizin kulaklardan silinmeyen bir duanızla bitirelim:


“Biz kısık sesleriz… Minareleri,

Sen, ezansız bırakma, Allah’ım!

Ya çağır şurda bal yapanlarını;

Ya kovansız bırakma, Allah’ım!

Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,

Ya çobansız bırakma, Allah’ım!

Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız

Ve vatansız bırakma, Allah’ım!

Müslümanlıkla yoğrulan yurdu

Müslümansız bırakma, Allah’ım!”

 

*Kırıkkale Atatürk Anadolu Lisesi Edebiyat Öğretmeni