Güneş mi yakıyor, kuru ayaz mı kavuruyor, toz toprak mı solduruyor; yoksa iş güç mü karartıyordu bilinmez ama genellikle köy sakinlerinin benizleri kara idi. Lakabı “Kara” olanlar ise diğer köylülere nazaran benizleri daha kara, daha esmer olanlardı.
Orta Anadolu’nun ortasındaki küçük kasabada ve köylerinde yaşayan vatandaşların pek çoğunun bir lakabı vardı. Genellikle insanlar bu lakaplarıyla anılır ve tanınırdı; Topal Seyfettin, Sağır Ali, Kör Taci, Yirik Yaşar, Kara Yusuf…
Henüz oniki-onüç yaşlarında iken annesi ölmüş ve babası yeniden evlenmişti ufak-tefek, çelimsiz, kara benizli çocuğun… Omuzlarına hayatın yükü erken binmişti.
Son güz aylarında üzümlerin olgunlaştığı dönemde bağları fazla olan köylerden küfelerle üzüm satın alır, bağ bozumundan sonra kaynatılan ihtiyaç fazlası pekmezleri uygun fiyatla toplar, küplerle eşek sırtında Perşembe günü kurulan Keskin pazarına götürüp satardı. Yavaş yavaş ticarete alışıyor, hem zevk alıyor hem de para kazanarak aile bütçesine katkıda bulunuyordu.
Akşam yatmadan önce, “Yola gideceksin, erken yat, erken kalk…” diye tembihleyen babası, sabah, camiden gelince oğlunu uyandırmış, yeni hanımı Mamık kadın da sabahın köründe kalkmış, çocuğun yolluğunu hazırlamıştı. Evin  yeni hanımı, çocuğun analığı Mamık kadın çöreği hazırlamış, tereyağlı katmerler yapmış, darmız dedikleri iki saç arasında pişirilen ekmekten de bir parça ayırarak çökelek ile birlikte azık torbasına yerleştirmişti. Gittiği köylerde misafir edilmese bile bu azık torbasındaki azıkla idare edebilir, aç kalmaz diye düşünüyorlardı. Defalarca köy köy gezmiş, misafir edilmediği, ağırlanmadığı hiçbir köy olmamıştı. Ama yine de tedbir almak gerekti…
Ufak tefek yapılı, çelimsiz, kara benizli çocuk  sabahın erken saatlerinde eşeği ahırdan çıkarmış, sırtına bir kocuk almış, azık torbasının ipini boynuna geçirmiş, karakaçana  binmiş  ve yola çıkmaya hazırlanıyordu. Çocuk yola çıkarken “Erken varırsan erken dönersin, geceye kalmazsın.” diye uyarmış ve uğurlamıştı oğlunu bembeyaz sakallı, kara suratlı adam. Ökbe ökbe konuşarak “Merak etmeyin, çok gecikmem.” diyerek analığını ve babasını rahatlatıyordu çelimsiz çocuk. “Allah’a ısmarladık” diyerek ayrıldı evden.
Gideceği yere vardı… Alacaklarını aldı… İşlerini halletti…
Hava kararmak üzereydi. Son güz aylarının akşam serinliği kendini hissettiriyordu. Hafiften esen rüzgâr tüyleri ürpertmeye yetiyordu.
Oniki-onüç yaşlarındaki kara benizli, ufak-tefek, çelimsiz çocuk bir yere yetişmek için acele eder gibiydi. Yularından tuttuğu karakaçanı hızlı yürütmek ister gibi önden çekiyor, eşek de adeta ona ayak uyduruyordu.
Eşeğin semerinin üzerine atılmış heybenin iki gözüne yerleştirilmiş küplerin üst tarafları çömlek küp olduğunun göstergesiydi. Kendi kendine “Şu tepeyi aşarsam bizim köyün arazisine ulaşırım.” diyerek adımlarını hızlandırıyordu. Yamaca vurunca kendilerini, yükünden dolayı eşek yavaşlamaya başlamıştı. İğde ağaçlarının arasından akan, hafiften çağlayan dereyi taşlara basarak ayağını ıslatmadan karşıya geçti. Hava karardıkça korkusu da artıyor ve adımlarını sıklaştırıyordu. Bozulmuş bağların arasından geçerken ilerdeki bir insan silüetini fark etti. Yaklaştı adama. Biraz sonra üstü başı toz içindeki aksakallı bu adamla karşı karşıya geldi. Adam çocuğun çekindiğini, karanlığa kalmanın endişesini yaşadığını fark etti. Ürkek duran çocuğa seslendiği iri yapılı adam:
- Evladım geç kalmışsın, hayırdır? Nereden geliyorsun?
- Karafakılı’dan geliyorum.
- Nereye gidiyorsun?
- Karaova’ya.
- Kimin oğlusun?
- Kara Arif’in oğluyum.
- Adın ne?
- Kara Yusuf.
- Ne götürüyorsun?
- Kara pekmez.
-…
Karşılıklı konuşma devam ederken yaşlı adamın her sorusuna “kara”lı cevap veren çocuğun son sözüne “zift oldun dürzü oğlu dürzü zift” diyerek gülümsedi ihtiyar. “Adı Kara Arif olan o dürzü babana selâm söyle. Karafakılılı Kara Duran’ın selâmı var de…” dedi çocuğa. “Hadi korkma, buralar tekin yerlerdir. Buralarda kimseye bir şey olmaz. Allah işini rast getirsin oğlum…” dedi ve yürüdü iriyarı adam.
Eşeğin yularından sıkıca tutan Karaovalı Kara Arif’in oğlu Kara Yusuf, bu adamı bir yerden hatırlar gibi oldu. Makarayı geriye doğru sardı. Siması yabancı gelmemişti. Anımsadı, sonra iri yarı bu adamın yüzünü. İlk karşılaştığı ve üzüm sattığı günü hatırladı ve şöyle bir tebessüm etti, gülümsedi farkında olmadan gayri ihtiyari…  “Geçen yıl yarım küfe üzümü yiyen insan azmanı o adam, bu adamdı. Nam-ı diğer Kara Duran imiş.” dedi kendi kendine.
Bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden geçen yıl bu zamanlar adamın üzüm yeyişi. Meydana bakan pazarın giriş kapısına yakın köşeyi kapmış, üzüm küfelerini açmış, üç küfe üzümü iki saat içinde satmıştı o gün. Elinde terazi, “Üzüm üç lira, üzüm üç lira…” diye bas bas bağırdığını, iri-yarı, zebellah gibi bu adamın “doyana kadar şu küfeden üzüm yersem kaç lira vermemi istersin?” dediğini, kafasına göre kaba taslak bir hesap yapıp, “yese yese üç kilo üzüm yer, ben bundan beş kilo parası 15 lirayı alayım”, diye düşündüğünü, sonra adama “on beş lira ver, doyana kadar üzümü ye…” dediğini, adamın on beş lirayı verip ve küfenin başına geçip yemeye başladığını hatırladı. Dehşete düştüğü o günü, adamın üzüm salkımlarını çiltimlerine ayırıp, ağzında sıyırıp, taneler ağzında bırakıp çöpünü attığını anımsadı. Üç kilo üzüm yer zannetiği adamın küfeyi yarıya indirdiğini, dayanamayıp “Emmi, üzüm öyle mi yenir!? Şöyle tek tek taneler alınarak yenilir.” diyerek müdahale ettiğini, adamın şöyle bir tebessüm ettikten sonra “Bu küfeyi böyle yiyeyim de sonra şu küfeyi de senin tarif ettiğin gibi tek tek tanelerle yerim” dediği o anı  gözünde canlandırdı. Kendi kendine “O gün yüreğime inme inecekti.”  dediğini duyar gibi oldu. Bir şey de diyememişti o zaman. Ve sonra bir küfe üzüm parası verip gitmişti o gün adam. İşte o adam, bu adam dedi ve yine gülümsedi o günkü haline. “Demek babamın arkadaşı imiş.” diye geçirdi içinden.
Yürüdü, ıssız vadide meçhule doğru. Bir türkü tutturdu Neşet Ertaş’tan gecenin karanlığında kendini rahatlatmak için:
Sanki sam yelisin estin bağıma;
Soldurdun bağımda gülümü kader.
Düşürdün yolumu gönül dağına;
Aşırdın dağlardan yolumu kader.