On Dokuzuncu Yüzyıl İngiliz devlet adamlarından John Bright’in bir eserinde dediği gibi, insan sadece önemli bir mevkide bulunduğu için büyük devlet adamı sayılmaz. Büyüklüğün haketiğini ispat edecek daha kuvvetli deliller gerektir ki bunlardan birisi de medeni cesarettir demiştir.Senatör Kennedy ise; cesareti tanımlarken, prensiplerine sadakat yüzünden meslektaşlarının, seçmenlerinin ve büyük halk çoğunluğunun hiddet ve ihtiraslarına göğüs germek için bir parlemento adamında bulunması gereken moral cesaret diyerek, cesaret birçok cephesi olan bir elmas parçasıdır ve değerinin çoğunluğunu yerleştirilmiş olduğu mahvazadan almaktadır demiştir.

George FrisbieHoar;Hakiki cesaret ile müfrit insanın cesareti arasındaki farkı anlatırken, her davranışı ve düşünceyi ahlak kaideleri çevresinde mütalaa etmek huyunda olan Charles Sumner’in karakteri üzerine yürüttüğü fikirlerinde açıkça görmekteyiz: Sumner, vazife gerektirdiği vakit, fikirlerine düşman çoğunlukları bir engel telakki etmediği gibi, düşüncelerine aykırı bir Anayasanın hudutları içinde kalmayı da kabul etmiyordu. Anayasayı ortadan kaldıran bir cesaretin neye yararı olabilir? Adı Amerikan tarihine geçmişlerden Roanoke’lu John Randolph, 1812 Harbine karşı gösterdiği muhalefette büyük cesaret numunesi olmuştu. Daima korkusuz, çok vakit parlak bir insandı. Fakat John Randolph o derece serkeş, öylesine sözden anlamaz, küfürbaz ve yanlış düşünceli idi ki, cesareti boşuna harcandı. İtirazı huy edinen insanların cesareti de aynı derece değersizdir.

Douglas, halk hakimiyeti prensibinden şaşmak istemezdi. Medeni cesaret başlı başına önemli ve imrenilecek bir haslettir. Fakat, şurasına dikkati çekmek gerekir ki, bu özellik karakter adı verilen büyük ve asil ruh varlığının daima bir parçası olarak göze görünmektedir. Karakter sahibi olmayan bir insanda dikkate değer bir cesaret örneği verebilir. Fakat, hakiki karakter sahibi bir insan insicamlı cesaret göstermekten geri kalmayacağı gibi, karakter bütünlüğüne sahip olmayanlar da devamlı olarak cesaret gösteremezler. Kısacası, medeni cesaret, karakter adı verdiğimiz manevi varlığı teşkil eden dürüstlük, ciddiyet, iman sağlamlığı, samimiyet, azim ve sebat gibi ruh özelliklerine sımsıkı bağlıdır. Hatta denilebilir ki, bir şahsın karakter sağlamlığına emin olunmadığı takdirde, onun entellektüel parlaklığına, ya da kurnazlığına biraz da şüphe ile bakılır.

Ernest Hemingway cesareti, güçlükler karşısında zarafet diye tarif eder. Ünlü yazar Walter Lippmann, elli yıllık dikkatli araştırmalarından sonra, yayınladığı bir kitabında politikacı ve seçmenler hakkında sert bir hükme varmış bulunmaktadır. Demokrasi devrinin başarılı politikacısı, yerinden emin olmayan ve gözü yılmış bir insandır. Bunun aksi o derece azdır ki, bunlara bir mucize diye bakmak caizdir. Bugünün politikacısı seçim bölgelerinin her şeyi isteyen tehdit edici elemanlarını ancak yatıştırmak, tatmin etmek, ayartmak veya sair yollarla onları idare etmek şartıyla mesleklerinde yükselebilmektedir. Davranışının temel düşüncesi, yapacağı bir teklifin iyi ve faydalı olmasını değil, seçmenleri tarafından beğenilmesidir. O, elindeki konunun millete hayırlı ve sonunda faydalı olmasını değil, seçim bölgesindeki faal politikacıların konuyu o anda beğenip beğenmeyeceklerini düşünür demiştir.

John Morley’nin politikayı tarifi çok yerindedir. Der ki: Politika, davranışın ancak ikinci derecede iyi sayılabileceği ve tercihin daima iki hatadan birine yöneltildiği bir sahadır. Demokratik yaşayış tarzında ve federal devlet sisteminde kanun yapıcılığı her ferdin, her grubun ve bunların etrafında toplanmış olanların istekleri arasında bir uzlaşmanın teessüsünü ister.

Bütün kanunlar, karşılıklı imtiyazlar prensibi üzerine kurulmuştur. İnsanlığın üstün bir seviyesine yükselmiş, onun kusurları, istekleri, zaruretleri üstüne çıkmış olabilenler istedikleri kadar, ben uzlaşma tanımam! desin ama, hepimizde müşterek olan zaaflarımızın üstüne çıkmamış hiçbir kimse, kalkıp da uzlaşmaya istihfafla bakmasın... Burada akla gelecek soru, nasıl ve kiminle uzlaşmalı? sorusudur. Çünkü lüzumsuz imtiyazlara ve fedakârlıklara, haklı fikir ayrılıklarını bir araya getirmek amacıyla değil, kendi çıkarına çalışmak gayesiyle de sarılmak imkânı ve ihtimali daima mevcuttur.

Politika mesleğinin tarifinde politika yazarı Frank Kent’in fikirlerine uygun olarak, bu mesleği ahlaksız değil ahlakla bağlı olmayan meslek diye kabul ederler. Bu yolda Kent; bir yazısında şunları yazıyor: Politikada yükselmek isteyen bir insanın, belki de en önemli tek başarısı, bir şey söylemeden çok şey söylemiş olmak, daha doğrusu, bu hissi verebilmek sanatını elde edebilmesidir... Politikada asıl önemli nokta, inancınız veya hakikat ne olursa olsun, eldeki çoğunluğunun tuttuğu yanda olmaktır. Seçmenlerden oy almak başlı başına bir iştir. Buna ahlak kaidelerini, doğruyu veya yanlışı hiçbir zaman karıştırmamalıdır... Kent, 1920 seçimlerinde Arizona Eyaleti eski Senatörü Ashurst’ün bir arkadaşına söylemiş olduğu ileri sürülen şu öğüdü yazısına katıyor: “Senin en büyük eksiğin politikada demagojiyi kabul etmeyişindir. Seçilmek için prensiplerinden vazgeçmek istemiyorsun. Şunu iyi bilmelisin ki, bir insanın sosyal yaşayışta prensipleri üzerine çıkması gerekeceği zamanlar vardır ve olacaktır.”



Senatörlerin hepsi belki kabul etmezler, ama pek azı inkâr edebilir ki yeniden seçilebilmek isteği insanın özel cesareti üzerinde çok kuvvetli bir fren baskısı yapmaktadır. Vicdanlı bir Senatör veya Meclis üyesinin politikada cesaret göstermesine engel olan bölgesindeki taraftarlarının, kendisini doğrudan doğruya destekleyen grupların, toplu olarak Meclis üyelerine yazılar yazanların, ekonomik toplumların ve hatta alelade oy sahibinin baskısıdır. Bu değişik karakterli baskı gösterişleriyle uğraşmak, bunlara karşı durmak veya bunları tatmine çalışmak başlı başına göz korkutucu bir iştir.

California Eyaleti Meclis üyelerinden John Steven McGroarty’nin 1934’te seçmenlerinden birine yazdığı şu yazıya hak veren olmuş, “Sierra Madre dağlarını ormanlaştırmaya söz verdiğim ve iki aydan beri Mecliste bulunduğum halde bu sözümü yerine getirmediğimden şikâyeteden senin gibi bir kaz kafalıya mektup yazmak zorunda bulundum. Lütfen, hızlanıp hızlanıp kendinizi cehennemin ta ortasına fırlatır mısınız?”

Meclis üyelerinin pek azı bu yolda davranırlar. Onları bu yola götürecek kışkırtma yok değildir. Bunu yapmak istemeyişleri yalnız haksız mektuplar ve imkânsız talepler yüzünden değil, aynı zamanda insanı ümitsizliğe düşürecek derecede birbirini tutmayan isteklerin ve ardı arkası kesilmeyen tatmin edilmemiş şikayetlerin çokluğundandır. Bu yolda tazyik yapan grupların ve Meclis üyelerini mektupla sıkıştırmayı kendine meslek edinmiş olanların bize oy verenlerin pek küçük bir parçası olduğuna kendimizi inandırmaya çalışırız. Bu doğrudur da... Ama bunlar görüşlerine değer vermemezlik edemeyeceğimiz konuşkanlardır. Bunlar, halk düşüncesiyle yapabileceğimiz temasın aşağı yukarı temelini teşkil etmektedirler. Biz her davada milletin genel düşüncesini bilemeyiz, ama onun oyunu sağlamak zorundayız.

İşte bunlar, vicdan sahibi bir insanın karşılaştığı baskı şekillerinden bazılarıdır. Bu mevkie gelmiş bir insan, menfaat gruplarını, seçmenlerini, partisini, meslek arkadaşlığını, ailesinin ihtiyaçlarını, sandalyenin verdiği gururu, uzlaşmanın gerekliliğini ve Meclisteki ödevine devam etmenin önemini hesaba katmamazlık edemez. Hangi yolu seçeceğine, benliğini bağlamış olduğu ideallerine neyin fayda, neyin zarar vereceğine, bu yüzden hangi adımı atması gerekeceğine ancak, kendisi karar verecektir. Bir insan her davayı yeniden seçilme imkanlarını arama ışığı altında tetkike bir defa başladı mı, o insan istikbal kaygısını vicdanının önüne geçirmiş olur. Bazı insanlar, bu da mesele midir? diyeceklerdir. Halk düşüncesi ne olursa olsun, daima doğru yolda yürürsün olur biter. Baskılara, temayüllere, sahte uzlaşmalara kulak asmazsanız, mesele kalmaz. Bu kolay bir cevaptır; ama bu, sadece omuzlarında bir mevkii sorumluluğunu taşımayanlar için. Yoksa, konuda baskıdan, politikadan ve şahsi gayelerden çok daha fazlasının yeri vardır.

Yine de parti sorumluluğunun her meselede insanın kendi vicdan ve düşünce sorumluluğunu boğmasına müsaade edemez. Çünkü bir parti, birlik, disiplin ve başarı yolunda ilerlemek ister de yeni fikirlerin, hür davranışların sözcülüğünü yapmak veya mevcut nizamlara baş kaldırmak isteyen üyelerin başını ezmeğe kalkışırsa, o partinin mevcudiyeti tehlikeye düşer.

Bu konuda Senatör Albert Beveridge’in sözleri önemlidir: Bir siyasi parti yalnız büyümekle hayatiyetini idame ettirebilir. Yeni fikirlere tahammülsüzlük, partinin ölümü demektir... Sadece oy avcılığı için çoğalmak isteyen, oğulun babanın yerini almakta devam ettiği bir teşekkül, siyasi bir parti olamaz. Bir insanın mahalli menfaatlere ve parti disiplinine karşı olan borçlarını dikkate almaması, seçmenlerinin isteklerine karşı olan mecburi boyun eğmesi yanında oldukça kolaydır. Seçmenlerine karşı olan sorumluluğunu da bir yana atan bir Senatör, hiç kimseye hesap vermek durumunda değilmiş gibi bir duruma düşmüş olur. Bu durumda ki Senatör artık hakiki anlamda bir mümessil değildir. O, halkın kendisine vermiş olduğu emaneti inkâr etmiş, kendisine kanaat birliği yüzünden oy vermiş olanların itimatlarına ihanet etmiş durumdadır. John Tyler, Amerikan Meclisindeki ilk söylevinde: Mahluk, halikine karşı gelmeyi düşünebilir mi? Köle, efendisinin emirlerine boyun eğmemezlik edebilir mi? Bir temsilci, halkın dili ile değil, kendi dili ile konuşursa, onları temsil ediyor denilebilir mi?
Bu yolu tuttuğu takdirde o, halkı değil, ancak kendini temsil ediyor demektir...Kısacası, bu yolda düşünenlere göre, beni seçenlerin istek ve emirlerine gereği gibi mukabele etmek mevkiinde isem, kendiminkini değil, yalnız onların düşüncelerini her şeyin üstünde tutmam benim için bir vazife olur. Bu davranış her vakit kolay olmaz, ama demokrasinin ruhu olan, halkın kanaatine ve görüşlerine inanç işte budur.

Siyasi cesaretin önemi bugün her zamankinden daha fazla bir değerdedir. Günlük yaşayışımız, büyük kütlelerin emrinde bulunan ulaştırma imkanlarının sınırsız kudretiyle öylesine yoğurulmuştur ki, herhangi bir beğenilmeyen davranış veya alışılmışın dışına çıkış, 1807’ de bütün bir milletin hücumuna göğüs germiş olan Senatör John Quincy Adams’in akıl ve hayaline getirmeyeceği derecede şiddetli bir protesto fırtınası ile derhal karşı karşıya kalmaktadır. Politika hayatımız gün geçtikçe kıymetlenmekte, adeta makineleşmiş bir hale girmekte ve hem prosfesyonelpolitikacılar hem de sosyal eksperler tarafından o derece şümullü bir baskı altında tutulmaktadır ki, müstakil bir devlet adamı olmak rüyası içinde yaşayan idealistler seçilebilmek ve seçildikten sonra da vazifeyi başarabilmek mecburiyeti ile rüyalarından uyandırılmış oluyorlar. Milletlerin bugünkü saadetini yarının ihtişamına feda etmekten çekinmezler.

Uzlaşmalar prensipler üzerinde değil, meseleler üzerinde olacaktır veya olmalıdır. Politik durumlarımız etrafında uzlaşabiliriz, ama benliğimiz üzerinde asla. İdeallerimizden hiçbirfedakârlık yapmadan menfaatlerimiz mücadelesini halledebiliriz.

John Quincy Adams, Senatoda geçirdiği ilk ayları hatıra defterinde şu sözlerle anlatıyor: Prensiplerime bağlı kalmanın ne gibi tehlikeler doğuracağını tecrübe etmiş bulunuyorum. Bunun böyle olacağını tahmin etmiyor değildim. Memleket bugün partizanlık ruhuna kendini o derece kaptırmıştır ki birine, ya ötekine gözü bağlı katılmamak affedilmez bir suç yayılıyor... Bense bu iki tercih arasında, yalnız ilerlememi sağlamak için değil, şimdiye kadar elde etmiş olduğum benliğimi ve ünümü korumak ihtimalini bile feda etmeden vicdanımın emrettiklerini yapmak imkanlarını göremiyorum. Ben yolumu seçmişimdir. Memleketimde beğenilmek ümidini elde edemeyeceksem de hiç olmazsa düşünce ve inanışlarımın yolunda yürümenin iç huzuru ile davranmak kararındayım.

Sadece milli gayeyi parti ve menfaatlerinin üstünde tuttuğu için Federalist Parti kendisini terk ediyordu. Evet, diye düşündü, onlar beni kovuyorlar...dedi ve Hatıra defterine şunları ekledi.

Siyasi istikbalim gittikçe kararmakta, Seçim süremin sonuna yaklaştığım şu günlerde, bana öyle geliyor ki, sade bir vatandaş olmam ihtimali her gün biraz daha katileşiyor. İç benliğimi bu duruma iyi alıştırmalıyım. Ama şimdi, kullarına bütün iyiliği ve kusursuzluğu armağan edebilen yaradana yalvarıyorum. Armağanlarını benden de esirgeme ki, vatanıma değerli ve köklü hizmetlerde bulunabileyim... Millet yolundaki hizmetlerimde vazifemden başka hiçbir kuvvet, hiçbir düşünce davranışlarıma tesir edemesin...Bunlar sadece cesur bir Senatörün samimi hisleri değil, aynı zamanda ahlak ve din hususunda çok sofu sayılan bir devlet adamının sözleridir.

George FrisbieHoar’un 1876’da dediği gibi: Ahlak ve terbiye; münakaşalarını kusursuz yapabilecek kabiliyetle, hakikatleri görebilecek berraklıkta, devamlı olarak araştıran, soruşturan, münakaşa ve münazara yapan bir olgunluktur. Bununla beraber, çok keskin bir sağduyu bu idrake nüfuz etmiş, onu düşünce ile hareket eder hale getirmiştir... Onda, marazları veya sürgün, zulüm ya da ölüm karşısında asla yolundan şaşmayan ve inançlarından hiç fedakârlık tanımayan, gayesine sımsıkı yapışmak kudreti, yüksek ve aman bir cesaret, yılmaz bir azim vardır.

John Fitzgerald Kennedy ile başladık, Yavuz Sultan Selim’in “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür.” Sözü ile tamamlayalım.