İnsanın kendi doğum günüyle ilcgili yazı yazması, yine yapılacak bi dolu iş varken bir de doğum günü yazısıyla hem kendisini hem de dostlarını avare/avara etmesi ne kadar doğrudur bilemiyorum, ancak hem bir şükür nişanesi olarak hem de ne kadar ömrümün kaldığını bilemediğimden ve söyleyeceklerimin en azından bir kısmını böylelikle söylemek istediğimden yazıyorum yazımı. Umarım yazımın gerekçesi kabul görür. İnsan yaşlandıkça sözlerinin azalması gerekir diyor arifler, fakat nedense bende tam tersi oluyor.

 

Evet, elli dokuz yılı leba-leb doldurduğum bugün, herkes gibi ben de karışık duygular içindeyim. Coğrafya kader midir değil midir tartışmalarına girmek istemiyorum, fakat ülkemin kaderi gibi benim de acılarla, mutlulukla, sıkıntılarla, endişelerle geçen günlerim ve yıllarım oldu, ama bir günden bir güne O’nu unuttuğum ve O’ndan umudumu kestiğim ânım olmadı. Muhakkak ki zikrim ve şükrüm yarım yamalak, eksik ve hatalarla doludur, bununla birlikte hep daha iyisini yapmam gerektiği ve yapacağım konusundaki ısrarımda ve inancımda bir milim gerilemem söz konusu değil. Allah Teâlâ’ya bî-hadd ve bî-nihâye hamd u senâlar olsun.

 

Artık bana: “Sen anlamazsın, sen daha dünkü çocuksun, sen nerden bileceksin” diyecek anam da yok. Bunun yerine: “Baba, hocam, kardeşim, dayı, amca, enişte, yeğenim, bacanak, dostum, veya Ahmet!” hitabıyla başlayan ve “sen daha iyisini bilirsin” diyenler var çevremde; her ne kadar tam dedikleri gibi olmasa da bazı şeyleri anlayabildiğimi ve bilebildiğimi düşünüyorum ben de. Bir kısmı da muhtemelen: “Hangi devirde yaşıyoruz ya! Eskide kalmış, eski çamlar bardak oldu, eski kafa/kafalı, yaşadığı çağı anlamıyor” diyorlar içlerinden. Her neyse, hepsine de eyvallah.

 

Şayet etrafında olan bitenin farkındaysa insan, bir daha geri getirmesi mümkün olmayan zamanını tüketirken tecrübe denilen en önemli sermayeyi dolduruyor heybesine. Elbette sadece biriktirmek yeterli gelmiyor, ara ara elden geçirmesi, kullanması ve hatta başkalarının kullanımına da imkan tanıması gerekiyor. Bunu yaparken de sadece geçmişe takılıp kalmaması, zamanın ortaya çıkardığı şartları ve tekniği dikkate alarak bilgilerini güncellemesi ve bu bilginin farklı sahalara transferini gerçekleştirmesi icap ediyor. Ancak o zaman gelişme ve ilerleme dediğimiz şey gerçekleşiyor. Bu anlamda bi dolu tecrübemiz oldu şükürler olsun. Sadece Temel'in: 'Bu bana ders olsun!' dediğindeki gibi olmasın yeter.

 

Zaman ilerledikçe tanıdıklar azalıyor elbette, azaldıkça aynı şeyleri düşünen, aynı şeyleri konuşan, aynı şeylerden zevk alanlar da eksiliyor hayattan. Bu defa geride kalanlarla aynı şeylerden dert yanmada, aynı şeylerden endişelenmede ve korkmada artış gözleniyor. Buna mukabil yeni gelenler ve yeni tanıdıklar oluyor, yeni gelenlerle insan yeni umutlara yelken açıyor. Aslına bakılacak olursa korku da umut da sürekli yer değiştiriyor, çünkü feleğin çemberi sürekli dönüyor. İnsanın çocukluğunda, gençliğinde, orta yaşlarında ve ihtiyarlığındaki korku ve umutları farklı oluyor. Değirmenin taşı döndükçe öğütüyor, öğüttükçe sürekli arkadan yenileri geliyor. Hem tahıl eksiliyor ve öğütülüyor hem de taş aşınıyor bu arada. O taşı döndüren su ise sürekli akıyor ve yenileniyor. Bu yaşımda kendimi buğday tanesine mi yoksa değirmen taşına mı benzeteceğimi kestiremiyorum, suya benzetmeye ise cesaret edemiyorum. Değirmenci olmadığım kesin, her ne kadar saçlarım aklaşmış olsa da.

 

Kıymetli dostlar, bu buğdaydır, taştır, arktır, sudur, değirmendir, değirmencidir derken ardından ekmektir, fırındır, fırıncıdır ve hatta tuzdur, mayadır, çiftçidir, tohumdur, tarladır konuları gelir ki, bu tür anafor ve metaforlardan çıkmak ya da kurtulmak kolay değil, o sebeple İskender’in Gordion Düğümü’nü çözdüğü gibi ben de kestirip atayım yazımı burada.

 

Hep birlikte, sevdiklerimiz ve sevenlerimizle, umutla, sağlıkla, huzurla geçecek günlerimiz olsun inşallah.