Bu yazıyı önden yüklemeli olarak yazmayı planlamıştım, ancak yine zaman ve meşguliyetlerim beni alt etti...
Bu yazıyı önden yüklemeli olarak yazmayı planlamıştım, ancak yine zaman ve meşguliyetlerim beni alt etti, her daim olduğu gibi zamanın önüne geçemedim ve yine onun gerisinde kaldım. Bununla birlikte ömrümüzde bir defa idrak edebileceğimiz yüzüncü yıl ile ilgili düşüncelerimi son dakikalarda da olsa dostlarımla paylaşmak istedim.
En az iki bin iki yüz yıl önce millet seviyesine eriştiğimiz, düzenli ordularımızın ve devletimizin olduğu yolunda bilgiye sahibiz. Öncesi ile ilgili ileri sürülen görüşler bulunmakla birlikte Mete Han (ya da Oğuz Kağan)’dan başlasak bile, son yüzyıla gelinceye değin yönetim şeklimizin büyük bölümünü hanedan hâkimiyetine dayalı babadan oğula veya hanedan mensubuna geçen saltanat modeli oluşturmaktadır. Burada boy beylerinin, boylar konfederasyonunun seçimi söz konusu olsa da o zamanki dünyada yaşayan diğer milletler ve coğrafyalarda olduğu gibi Türklerde de saltanata dayalı bir yönetim şekli mevcuttu. Hanedanın sükûtu devletin sonu, devletin yıkılması hanedanın dağılması ve yönetim hakkını kaybetmesi anlamına geliyordu. XIX. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Devleti’nde de aynı durum söz konusuydu.
Coğrafi keşiflerden itibaren meydana gelen gelişmeler ve 1789 Fransız İhtilali sonrasında Avrupalı devletlerin yönetim anlayışındaki değişimler, milliyetçilik anlayışının yayılması ve ulus-devlet modelinin empoze edilmesi gibi durumlar neticesinde diğer imparatorluklarda olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de kıpırdanmalar oldu. Yunan isyanı ile birlikte Osmanlı Devleti içindeki diğer unsurların sırtlarını Batılı sanayileşmiş ve sömürgeci devletlere dayayarak ayaklanmalar çıkarmaları devleti ve yöneticileri harekete geçirdi. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı, I. Meşrutiyet’in ilanı ve Kanun-ı Esasi, II. Meşrutiyet’in ilanı gibi gelişmeler Batı’da değişen yönetim anlayışına ayak uydurma hareketleri olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte bazı ayak sürümeleri ve monarşiyi bir müddet daha devam ettirme isteklerini normal karşılamamız gerekir. Bugün koltuklarını kaybetmeyi düşünmeyen ve hatta direnen kimselere baktığımızda yüz veya yüz elli sene önceki insanların taht ve taçlarını gözden çıkarmalarını, cumhuriyet rejimini kabul etmelerini beklememiz doğru olmaz. Altı asırdır Osman Gazi’nin soyundan gelenlerin hükümran olduğu bir devlette hanedan mensuplarına sizi artık istemiyoruz ya da tacınızı tahtınızı bırakın ve sıradan insanlar olun, geçiminizi çalışarak temin edin demek en hafif şekliyle safdillik olur. Kaldı ki hanedan mensupları ekberiyet ve erşediyet usulünün benimsenmesine kadar tacı ve tahtı ele geçirebilmek için birbirleriyle mücadele etmişler, kazananlar alaylar ve alkışlar eşliğinde saraya ve tahta yürürken kaybedenler gözyaşları ve dualarla mezarlığa uğurlanmıştır.
XVII. yüzyıl başına kadar Osmanlı padişahları devlet yönetme bilgisi yanında yaman bir savaşçı, ordunun başında savaşlara katılan taktisyen bir kumandandı. Elbette sonraki devirlerde de bu meyanda padişahlar olmuştur, ancak çoğunluğu tahta çıkana kadar sarayın dışını, hatta İstanbul’u bile görmeyen şehzadeler ve sultanlar olagelmiştir. Ata binmeyi bilmeyen padişahlardan söz edilir. Her neyse, hanedan mensupları olsun, devletin yönetim kadrosunu oluşturan kesimler olsun, Avrupa’da meydana gelen gelişmelerden haberdar ve hatta bunların bir kısmını Osmanlı ülkesine celp etmek için de çaba sarf etmişlerdir. Ordunun, maliyenin, eğitimin, sağlığın, ulaşım ve iletişimin, hukuk ve adalet mekanizmasının, sanayinin, ziraatın ve diğer alanların ıslahı yanında önemli gelişmeler yaşanmıştır. En büyük sıkıntının yönetim erkinin paylaşımında olduğu anlaşılmaktadır. Belki zaman içinde o sıkıntının da aşılabileceği varsayılabilirdi ancak İngiltere ve Fransa’nın yanlarına Rusya’yı da alarak “hasta adam” olarak adlandırdıkları Osmanlı Devleti’ni parçalama, etnik unsurları isyana sürükleyerek onlara ulus-devlet kurdurma, petrol bölgelerini ve maden yataklarını ele geçirme istekleri devleti ve toplumu zor durumda bıraktı. Devletin kurtuluşu ile ilgili içeride fikir tartışmaları yanında önemli toprak kayıpları yaşanmaya başladı. Katliamlar, göçler, toprak ve asker kayıpları, hastalıklar, ekonomik sıkıntılar yetmiyormuş gibi son kale olarak değerlendirilebilecek Anadolu’nun işgali, daha sonra da vekâlet savaşının öncüsü olan Yunanlıları harekete geçirerek Anadolu’yu onlara vadetme ve Türkleri küçük bir coğrafyaya sığdırma, hatta Anadolu’dan dahi sürüp çıkarma planları yeni bir ruhun uyanışına zemin hazırladı.
Başkenti işgal altındaki devletin yönetim kademesinden bazıları Anadolu’ya geçerek istiklal meşalesini orada yakmak ve dağılmış/dağıtılmış olan askerleri derleyip toparlamak, her biri kendi bölgelerinde direniş mücadelesi veren çeteleri bir araya getirerek milli bir ordu kurmak, İstanbul’dan Anadolu’ya silah, mühimmat, para, insan sevkiyatını gerçekleştirmek için hemfikir oldular. Bir seçim yaptılar ve lider olarak da iki elin parmaklarını geçmeyecek kumandanlar arasından birisi üzerinde çoğunlukla mutabık kaldılar. Tamamen mutabık kaldıklarını söyleyemeyiz, çünkü süreç içerisinde bu anlamda mücadeleler olduğunu biliyoruz.
Cumhuriyetimiz bugün yüz yaşında, devletimiz çok daha eski ve tek. Bugün hâlâ Cumhuriyetimizi yeni bir devlet olarak görenlere, Osmanlı Devleti’ni yok sayanlara veya kötüleyenlere, Cumhuriyeti kabul etmeyenlere ya da küçümseyenlere bakınca şaşıp kalıyorum ve tabii ki üzülüyorum. Hâlbuki hepsi de bizim tarihimizin bir parçası ve önemli bir değeri. Cumhuriyet Türkiye’si yoktan var olmadı, var olan bir vatan, millet, gelenek ve kurumlar söz konusu, bunu görmeyenlerin niyetlerinden ve akıllarından şüphe etmek gerekir. Cumhuriyet bir rejim şekli, saltanat da öyle. İnsanlar da devletler de zamanla geleneklerinden vazgeçebilirler, normal karşılamak lazım. İnsan deneye yanıla öğrenir çünkü. Cumhuriyet, insan soyunun geleneklerine de inancımıza da uygun bir yönetim anlayışı. Kendisini muhafazakâr olarak adlandıran insanlar şunu iyi bilirler ki, “şayet iki kişi seyahat ediyorsanız birinizi imam tayin edin” şeklinde bir söz vardır. Öte yandan, Cumhuriyet bize uygun değil, zaten Batı’da ortaya çıkmış ve bize de oradan gelmiş, dolayısıyla “gâvur icadı” demek de doğru değil. Bu düşünce insanlığın birbirinden etkileşimini inkâr ettiği gibi halifenin seçimle işbaşına gelmesi anlayışına da aykırı olur. Küçümsemenin dışında neden Batı’dan aldık da biz kendimiz bu aşamaya geçemedik diye hayıflananlar da olabilir. Olabilir evet, ancak yapacak bir şey yok. Bugün evimizdeki pek çok eşyanın, uygulamanın temelinde de Batı var, ne yapacağız o zaman? Yine Milli Mücadele döneminde biz kiminle mücadele ettik ki, Yunan’a karşı savaşmak ya da işgal edilmiş ülkeyi kurtarmak başarı mı sayılır türünden yaklaşımlar da doğru değil. Çünkü orduları dağıtılmış, silahlarına el konulmuş, tüm ulaşım ve haberleşme şebekeleri ele geçirilmiş, halkı savaşlarda perişan olmuş, ekonomisi ve morali bozuk bir ülkede başkaca ne işle meşgul olmak gerekirdi ki?
Ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve bir Türk olarak Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti karşılaştırmalarından, Sultan II. Abdulhamid ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk mukayeselerinden, birini göklere çıkarırken ötekini yerin dibine sokan anlayışlardan, birini kabul ederken diğerini reddeden görüşlerden rahatsızım. Rahatsızım, çünkü hepsi de tarihe ve milletimize mâl olmuş, rahmet-i Rahman’a kavuşmıştır. Bizim anlayışımızda ölülerimizi kötü sözlerle yâd etmek yoktur, aksine iyi yönleriyle hafızalarda yaşatmak vardır. Kaldı ki yüz yıldır yapılan tartışmalardan ne kâr elde edilebilmiştir? Yaşadığımız coğrafya her zaman ateş çemberi olmuştur bizim için. Bu coğrafyada yaşamanın bedeli ağırdır ve bize hâlâ bedel ödetiyorlar. Burada yaşamak ve burada yatmak istiyorsak birlik ve beraberliğimizi muhafaza etmenin yanı sıra çok çalışmak, basiret ve feraset üzere hareket etmek zorundayız. Bunlar zorunluluktur, tercih değil.
Bugün yüz yıl öncesine göre daha güçlüyüz devlet olarak ve millet olarak da daha zenginiz. Bırakalım yüz yıl öncesini yirmi beş yıl öncesine göre bile daha iyi yerdeyiz. Hesaba katılma noktasında da, etki alanımız konusunda da daha iyiyiz. Muhakkak ki yanlışlarımız ve eksikliklerimiz söz konusu. Sıkıntı yapmanın âlemi yok, hoşgörü, sabır, azim ve kararlılıkla üstesinden geleceğiz inşallah. Herkesin doğrusu farklı olabilir elbette, ancak herkes kendi durumuna, hedeflerine, korkularına, umutlarına bakarak bir mukayese yapabilir. Yeter mi denirse, elbette yetmez. Daha yapacak çok işimiz var zira. Cumhuriyet rejiminin bize bahşettiği seçim yöntemiyle iktidarları ve yöneticilerimizi belirleyeceğiz. Şimdilik demokratik cumhuriyet dedikleri anlayış revaçta, ancak bakarsınız ileride insanlık ondan da vazgeçebilir, hatta bazı anlayışları olması gerektiği gibi değil de kendi istedikleri gibi uygulamayı tercih edebilirler. Yapmamız gereken, insan onur ve haysiyetine en uygun olanı bilmek ve tercih etmek, hatta savunmaktır.
Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, O’nun silah ve yol arkadaşlarına, tüm ecdadımıza, şehit ve gazilerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Milletimizin Anadolu adını verdiğimiz bu coğrafyada birlik ve beraberlik, barış ve huzur içinde daha sağlıklı ve daha müreffeh yaşamasını niyaz eyliyorum.
Sağlıkla huzurla kalın Kıymetli Dostlar.
Prof.Dr.Ahmet Kankal