Bugüne kadar bu platform üzerinden yazılarımı paylaşır ve farklı paylaşımlara yorum yaparken siyasetten uzak durmaya dikkat ettim. Aslında bu yazım da siyasi içerikli olmayıp sade bir vatandaş ve biraz da tarih ile iştigal eden birisi olarak gördüklerimi ve hissiyatımı aksettiren türden olacak, yine özenle ve bilerek partizanlık veya kör siyaset şeklinde adlandırılan ideolojik düşüncelerden uzakta kalacağım.

Türk Milleti’nin oy kullanma hakkını kazanmış olan seçmeni 14-28 Mayıs 2023 tarihlerinde gerçekleşen seçimlerde tercihini yaptı ve önümüzdeki beş yıla ilişkin hissiyatını; umutları, hayalleri, çekinceleri, endişeleri ve tecrübeleri ışığında lisan-ı hâl ve kâl çerçevesinde söyledi. Kanaatimce kazanan Türkiye, Türk Milleti ve ona umut bağlamış, dua eden herkes, hepimiz olduk.

Şimdi bu bir yarıştı ve her yarışın da bir kazananı bir kaybedeni bulunur, dolayısıyla hepimizin kazanması mümkün değil diye düşünülecek olursa şunu ifade etmem lazım: Ben hadiseye siyasi partiler penceresinden değil, devletimiz ve milletimiz açısından bakıyorum ve devlet-millet elele gerçeği doğrultusunda kazananların Türkiye’de yaşayan herkes ve ona dua edip umut bağlamış olanlar olduğunu düşünüyorum. Bazıları kendisinin veya çevresinin, hatta daha da ileri giderek tüm Türkiye’nin kaybettiğini düşünebilir, kesinlikle öyle değil ancak varsın öyle düşünsün, sonuçta kazanan milletin irade ve azmi, davasını sahiplenmesi ve savunmasıdır. Dava nedir denilecek olursa, davamız ülkemiz ve milletimizin bağımsızlığı, güveni, huzuru, refahı, birlik ve beraberliği doğrultusundaki kardeşliğidir. Dünya’yı yaşanabilir bir yer olarak imar ve inşa etmektir.

Cumhurbaşkanımızın dünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki yemin törenine, Anıtkabir ziyaretine, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki kutlamalara, yine Çankaya Köşkü’ndeki akşam yemeğine bakınca bir tarihçi olarak hatırıma Gülhane Hatt-ı Hümayunu/Tanzimat-ı Hayriyye Fermanı ve okunması esnasında tertip edilen tören geldi. Duygulandım ve gururlandım doğrusu, hem törenlerden hem beş bin davetlinin ağırlandığı Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin mimari yapısından hem de Cumhurbaşkanımızı ve eşi hanımefendiyi ayakta karşılayan davetlilerden. Devlet Başkanları, Başbakanlar, yabancı ve yerli devletlüler ile tokalaşma, musafaha, omuza ve dirseğe dokunma, sarılma, konuşma, şakalaşma gibi her birinin farklı anlamlarının olduğu hareketleri karşısında gerçekten etkilendim. Alkışlara ve dualara iştirakin yanında evimde, televizyon karşısında İstiklal Marşı’nı ayakta söyledim, Allah’ıma dua ettim.

Toplumumuzda kısaca Tanzimat Fermanı olarak adlandırılan beyanname aslında Batı’ya yönelikti ve Osmanlı Devleti’nin Batılılaşma olarak adlandırılan süreci devam ettireceğinin ve bu anlamda Batılı devletlere verdiği yazılı ve sözlü garantinin bir ifadesiydi. Dünkü tüm törenler, ziyaret, karşılama ve hoşgeldiniz konuşması ve akşam yemeğinin verildiği mekân ile içe dönük çok ince ve çok anlamlı bir mesaj verildi. Yani asıl mesaj iç kamuoyuna verildi ancak kesinlikle bunun dışa dönük olanı da diğerinden aşağı değildi. Bu anlamda rejim tartışmalarını geride bırakan, Cumhuriyeti’mizin bütün kazanımlarına sahip çıkan, kurucu kadrosunu sahiplenen, birlik ve beraberliği önceleyen, kamplaşma ve kutuplaşmadan uzaklaşmayı hedefleyen, Türkiye ve Türk Milleti merkezli bir anlayışı hâkim kılmayı arzulayan ve bunları yaparken büyük hedefleri olan, kendine güvenen, Türk Milleti’nin bu dünyadaki serüveninde yeni bir yüzyılı başlatan kararlılığı gördüm. Bunun yanı sıra ülkemize, milletimize, devletimize, huzur ve barışımıza, kalkınıp güçlenmemize karşı dışarıdan ve içeriden yapılan yanlışların ve yanlış yapanların unutulmayacağının da işaretleri vardı konuşmada.

Tanzimat’ın ardından geçen yaklaşık iki asırlık süre sonunda kuşkusuz Türkiye daha küçük bir coğrafyaya sahip, ancak bugün hem siyaseten hem ekonomik hem de askeri ve teknolojik yönden daha güçlüyüz diye düşünüyorum. Aslında maksadım bir karşılaştırma yapmak değil ve her karşılaştırmanın hatalı veya eksik yanları bulunabilir ve ben aslında şunu söylemek istiyorum: Tanzimat dönemi bizim tarihimizde önemli bir safhadır ve bu sürecin son merhalesi II. Meşrutiyet’tir. Cumhuriyet dönemi coğrafya, yönetim, eğitim, hukuk gibi alanlarda önceki dönemden epey farklıdır. Tamamen farklıdır demiyorum bilerek, çünkü ana coğrafya aynıdır, bazı devlet kurum ve kuruluşları, yine devlet refleksi bakımından eski dönemin izlerini taşımaktadır yeni idare ve rejim, fakat bununla birlikte iddiasıyla, hedefiyle, uygulamaları ve yöntemleriyle farklı bir dönemdir.

İkinci Viyana hezimetinden sonra başlayan ıslahat veya modernleşme maceramızda Sultan III. Ahmed, III. Selim, II. Mahmud, Abdulmecid, Abdulaziz ve II. Abdulhamid dönemleri Cumhuriyete giden yolda önemli merhalelerdir. Kuşkusuz adını saydığım her bir padişah dönemi kendi şartları içinde önemli gelişmelerin yaşandığı anlardır, ancak II. Abdulhamid dönemi şartları, cesameti ve kazanımları ile diğerlerinden her yönüyle farklıdır. Bu anlamda II. Abdulhamid dönemi modernleşme ve çağdaşlaşma serüvenimizde bir ön merhale olarak görülürse Atatürk dönemi son noktayı temsil eder. Kuşkusuz sosyal olaylarda ve bilimlerde son nokta olmaz, süreç devam eder. Atatürk sonrasında ilerleyiş devam etmiş ama Atatürk’ün çizdiği sınırlar, koyduğu hedefler ve icra ettiği yöntemlerle olmuştur bu. Elbette her iki devlet adamımızın da yaptıklarının da düşündüklerinin de birbirinden farklı veçheleri vardır, ancak ulaşmak istedikleri sonuç aynıdır. Fakat ne gariptir ki milletimizin kaderinde çok önemli işlere imza atmış bu iki değerli devlet adamımız birbirine karşı konumlandırılmış ve her ikisi üzerinden bir taraftar grubu oluşturulmuştur. Her neyse, ben eski olan ve uzlaşma şansı pek de bulunmayan tartışmaya yeni bir pencere açmak istemiyorum.

Sanayi ve endüstri bakımından güçlü, ekonomik bakımdan müreffeh, askeri bakımdan üstün, enerji ve hammaddeye ihtiyacı olan Batılı devletlerin XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başında özellikle Osmanlı Devleti ile ilgili düşünceleri ve planları herkesin malumudur. Bu anlamda Cumhuriyet dönemi savunabilecek bir coğrafyayı tespit ve muhafaza etme, dünyaya kabul ettirilmiş sınırlar dâhilinde bağımsız yaşama, nüfusu arttırma, ekonomiyi düzeltme ve düzenleme, bilgili ve maharetli insan sayısını çoğaltma, güvenliği ve ulaşımı sağlama, hastalıkları önleme, okur-yazar oranını yükseltme, Batılı anlayışı ve hukuku tesis etme süreci olarak da değerlendirilebilir. Kuşkusuz bunlara ilave edilecek maddeler vardır, ancak azımız çoğa sayılsın lütfen. Bütün bunlar olurken hem İslam dünyasının hem de Türk coğrafyasının sıkıntılarının yeni Türkiye’yi yavaşlatması, zaten zor durumda olan coğrafyamızı ve insanımızı içinden çıkılmaz hâle getirmesi istenmemiştir. İngiltere, Fransa, ABD, İtalya, Almanya, Rusya gibi devletlerle çatışmaktan özenle uzak durulmuş, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” sloganı ile bu çekinceye bir gerekçe de dillendirilmiştir.

Geride bıraktığımız yüz yıllık süreçte her ne kadar savaşmadan gelişme ve ilerleme düşünülmüşse de küresel ve yerel ölçekli terör örgütlerinin, dernek ve vakıf türü çeşitli kuruluşların, sınır komşumuz ya da kardeş-dost ve müttefik olarak farklı farklı oluşumlar içinde yer aldığımız irili ufaklı devletlerin türlü türlü salvolarıyla devletimize ve milletimize epey bir bedel ödetilmiştir. Bunu ödeten devletler yöneticilerimiz ve milletimiz tarafından bihakkın bilinmektedir. Dünkü konuşmada “unutmadık” denilirken aslında biz sizin ciğerinizi biliyoruz, bizi böyle gizli-açık dalaverelerle yolumuzdan ve davamızdan döndüremezsiniz, başaramadınız ve başaramayacaksınız, ya kabul edeceksiniz ya da edeceksiniz iması vardı. En az 950 yıldır bulunduğumuz, zaman zaman med ve cezir gibi hadiseler yaşadığımız ve şu an bulunduğumuz coğrafyamızdan ve davamızdan değil vazgeçmek, daha önce mührümüzü kazıdığımız, damgamızı vurduğumuz coğrafyalardan vazgeçmediğimizin ifadesiydi konuşulanlar.

Alışık olmadığımız bir tören oldu şüphesiz ve eminim ki bunun yansımalarını hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Ancak hepimizin bu yeni yüzyıla hazırlıklı olmamız, ne yapabiliyorsak en iyisini yapmamız gerekiyor. Kişisel küçük hesaplardan ve menfaatlerden ziyade milletimizi merkeze alan uzun süreli ve daha büyük kazançlara evrilmemiz gerekiyor. Bunu yaparken aile kurumumuzu sağlam bir biçimde yürüten, nüfusumuzu artıya geçiren, sağlıklı ve eğitimli nesilleri hedefleyen, bütün toplumsal-sivil veya resmi kurum ve kuruluşlarla birlikte iyi insan, inançlı ve sağlam karakterli insan, nitelikli insan, paylaşmadan yana olan, adaleti ve hukuku önceleyen, liyakati esas alan, demokrasiyi savunan insan profilini behemahal yetiştirmemiz şart.

Önümüzdeki yüzyılda tarihi coğrafyasını, beşeri coğrafyasını, dini coğrafyasını, ekonomik coğrafyasını, gönül coğrafyasını dikkate alarak hareket eden ve bölgesel güç olmakla kalmayıp küresel güç olma hedefini tüm milletinin önüne koyan bir idari anlayışı göreceğimizi düşünüyorum. Ekonomik yönden biraz sıkıntı yaşayabiliriz, ancak bunun üstesinden çalışarak, üreterek, rekabet ederek, birlik ve beraberliğimizi koruyarak, sabrederek, iyi insan olma hedefinden vazgeçmeyerek gelebiliriz. Buna hem bizim hem de bize umut bağlayanların ihtiyacı var. Nitekim daha dün Kosova’ya bir tabur komando asker gönderme durumu zuhur etti. Murad Hüdavendigar’ın iç organlarının bulunduğu türbe ile ecdadımızın inşa ettiği eserler bizim oradaki mührümüzdür ve ne kadar güzeldir ki, askerlerimiz Sultan Murad Kışlası’nda yerleşecekler. Allah yardımcıları olsun ve korusun onları…

Asya, Afrika, Avrupa hatta Amerika kıtasında sevenlerimiz ve duacılarımız, bize umut bağlayanlar var. Dolayısıyla hem kendi zihinlerimizi yeniden inşa etmeliyiz hem de çocuklarımızı bu ideallerle yetiştirmeliyiz. İdeallerimizi kişiler üzerine değil büyük davalar üzerine inşa etmeliyiz. Yolumuz ve bahtımız açık olsun, Türkiye Yüzyılı hayırlı olsun hepimize…