Herkesin bir fikri, kafasından geçen bir hesabı vardır. Bazen öyle şeyler yaşarız, başımıza öyle şeyler gelir ki olana kendimiz bile şaşırırız. Sadece perde gerisinde “Neden biz muhatap olduk buna” diye hayıflanırız.

Suçlu ararız.

Bazen arkadaşı, bazen eşi, bazen ana baba evladı suçlarız. Komşularımızı, akrabalarımızı hiç olmazsa ülkeyi yönetenleri suçlarız başımıza gelenler için.

Ama başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmeyiz hiç.

“Ben suçlu muyum?”

Oysaki suçun büyüğü bizdedir.

Ya yaptığımız bir amelden, ya söylediğimiz bir sözden, ya attığımız bir adımdan veya en azından bakışımızdan duruşumuzdan veya yapmadıklarımızdan kaynaklandığını hiç aklımıza getirmeyiz.

Hiç kendimize suç bulmasak bile karşımızdakinin bize yaptığı bir fiiliyata en azından bizim sessizliğimizin yol açtığını hiç üstümüze kondurmayız.

Kusursuz olduğunu iddia eden birsinin emin olun en büyük kusuru böyle düşünüyor olmasıdır. Kaldı ki kusursuzluk insanoğluna özgü bir davranış değildir.

Peygamber efendimiz gelmiş geçmiş en kusursuz insandır. Buna imanımız tamdır. Ona rağmen onun bile yanlışı olmuştur.

Hz. Peygamber (sav) bir gün Mekke müşrikleriyle konuşuyordu. Onlardan biriyle meşguldü. Efendimizin hedefi, o müşriki İslam saflarına dâhil etmekti. Bu sebeple, Hz. Peygamber muhatabına yoğunlaşmış durumdaydı.
Sosyal konumu güçlü olan o müşrike İslam’ı anlatabilse, belki zayıf Müslümanları rahatlatacak bir güvenlik şemsiyesi oluşumunda yardımcı olacaktı.
İşte tam bu esnada Peygamberimize soru sormak için gelen âmâ bir sahabe Abdullah b. Ümmi Mektûm’u bırakıp muhatabıyla konuşmaya devam etti. Belki sabırlı olmalı, biraz beklemeliydi. Ancak o, Peygamberimizin konuşmasını keserek 'Beni bilgilendir' diye seslenmişti. Hz. Peygamber ise, belki tam netice almak üzereyken gelen bu davetsiz dostun ortamı bozan girişiminden rahatsız olmuş ve yüzünü ekşitip sırtını dönmüştü.
Hz. Peygamber’in bu tavrı üzerine Abese Sûresi iniyor. Ağır cümlelerle. Ayet şunu diyor:
'Senin ilgisiz kaldığın şu insan, sana sığınmış gelen ve bilgilenmek isteyen bu âmâyı ihmal ediyorsun, ancak senin yanında belki de ukalaca oturmuş, saygısız ve anlamamaya çalışan adama ise ilgini sürdürüyorsun. Biri iman etmiş bir gönüllü! Ötekisi ise ilgisiz kalan veya seni zorlayan bir anlamaz. Sen kendini neden ötekiyle yoruyorsun? Sana hazır gelen dostu ihmal ediyorsun da uzaktakini kazanmaya çabalıyorsun?'
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber, Abdullah b. Ümmi Mektum’u her gördüğünde cübbesini yere serip ona yer açar ve 'Merhaba, hoş geldin. Ey kendisi sebebiyle Rabbimin beni uyarıp azarladığı zât! Herhangi bir ihtiyacın var mı?' diyerek halini hatırını sorardı.
Daha sonraları bu zatı 2 sefer Medine’de ardında vekil olarak bırakan Allah Resulü bile hata yapmış ve bunu anlamış.

Peki ya biz!

Anlıyor muyuz? Yoksa hala kendimizi hatasız mı görüyoruz. Başımıza gelen her felakette başkasını suçlayarak kendimizi aklandırmaya çalışıyoruz.

Konuyu çok uzatmayalım. Dallandırıp budaklandırmayalım.

Dün başımıza gelen bugün başımıza geliyor olan ve yarın başımıza geleceklerden kendimizi sorumlu tutmamız galiba en doğu olanı olacak.

Muhabbetle…