Hep düşünmüşümdür; Annemin kucağı mı? Babamın omuzları mı? Yoksa ağabeyimle hoplaya zıplaya mı?
Çıtı pıtı minyon annem Eda, her seferinde “Kız sen kilo mu aldın ne?” diyerek kucağına alır, büyüklerin şaft dediği, ağabeyim ve benim de tur değimiz şeye başlardı. Anamın kucağında onun tüm sıcaklığını hissederek birinci tur bitmeden göğsüne başımı koyar, ikinci turun yarısında açardım. O birkaç dakikalık uyku özenle hazırlanmış yatağımdaki uykudan katbekat daha dinlendirici idi.
İkinci turun bitmesiyle bu sefer iriyarı babam Emrah, bir çırpıda boynuna alırdı. Ellerimle saçlarından tutup, ayaklarımı sallaya sallaya herkesten yüksek olduğumdan etrafı izlemek ne büyük zevkti. Hele yeni sulanmış çim gibi kokan saçlarına çenemi dayadığım zaman keyfime diyecek yoktu.
Son tura girince babam indirir, ayaklarımı sıcaktan gıdıklayan mermerlerin üzerinde, kalabalık içinde benden beş yaş büyük abim Fatih Ensar ile kâh ana babamın önünde kâh ardında koştura koştura dolanmak galiba en tatlı olanıydı.
Bu seferde oldu. Babam da annem de bu sefer biraz daha hızlı adımlar atıyorlar ama bize fark etmiyor yetişiyoruz.
Teyzeler turdan ayrılıp, daha gerilerde kendilerine ayrılan yere giderken, amcalar yan yana diziliyorlar. Gelen bir öncekinin yanına duruyor, sıraya giriyor. O sıra bitince arkadaki sıra aynı şeklide tamamlanıyor.
Biz bitirdik yedinci turumuzu.
Ağabeyim ve ben namaz vakitlerinde sırayla babamın ve annemin yanında duruyorduk. Babamın yanında kalma sırası bende olduğu için, annem ağabeyimin elinden tutup babama “Aynı yerde buluşuruz namazın ardından” dedi ve babamın başını sallamasıyla arkaya doğru yürüdü gitti.
Babam ve bende yarım olan sıraya amcaların yanına durduk. Bir süre ayakta bekledik ve diğerleri gibi oturduk sıcak mermerlere. Bu sıcaklık bazılarını rahatsız etse bile ben sanki benimle gıdıklama oyunu oynuyor diye hoşuma gidiyordu.
Bir süre oturduk. Babamın sağına soluna sırtına tırmanıyorum. Ama sıkıldım. Dedemin televizyonda sürekli izlediği “Söyle bakıyım Ebrar nere burası” diye sorduğunda karşımdaki siyah kocaman yere “Kabeeeee” diye bağırdığımda bana aferin diyerek elinde cebinde ne varsa onunla ödüllendirirdi.
İşte o siyah kocaman yerin tam karşısındaydım. Babama başladım “Oraya gidelim” diye nazlanmaya.
Benim ilgimi başka yöne çekmeye çalışsa bile inatla nazlanıyordum. Aynı sırada oturanlar bana gülerek bakıyor hatta öndekiler bile dönüp gülüyordu.
Omuzları oturdukları yerde bile birbirine yapışık amcalar, babama bu nazlanma için acımış olacak ki elleriyle anlamadığım bir dille babama öne geçmesi için işaret etti. Hatta her sıradan bir öndeki amca kalkıp bize yer verdi. Gittik gittik ta en sıraya kadar ulaştık. Amcalar sıkıştı iyice ama babama da yer verdiler.
Ben babamın hemen önünde oturdum. Namaza başlamadan babam veya annem bir ucu ayak bileğimde diğer ucu onların koluna bağlı onlardan uzaklaştıkça uzayan bir ip bağlarlardı. Çok uzaklaşınca daha fazla gidemez, mecburen yanlarına dönerdim. Yine babam bu ipi bağlayınca ben daha fazla yere hareket etmeye başladım.
O siyah kocaman yerin önünde asker amca bekliyordu. Üniforma bana hep güven verir. Galiba bunun nedeni annem bir yerde bizden uzaklaşır kalabalıkta kaybolursan hemen bu üniformalıların yanına git. Seni bize getirirler diye tembih etmesindendi.
Ayak bileğimdeki iple siyah kocaman yere doğru gidiyor, bir o tarafa bir bu tarafa koşturup duruyordum. Renkleri bize benzemeyen konuştuklarını anlamadığım amcalardan bazıları ceplerinde ne varsa bana uzatıyor, bazıları gülünç hareketler ile bana oyunlar yapıyordu.
0rada da sıkıldım. Bir süre sonra gidelim demeye başladım. Ama bu sefer babamı çok rahatsız etmeden tüm amcalar ve babam kalkıp namaza başladılar.
Onlar namaz kılarken ben koşturmaya devam ediyordum. Ama aklımda annemin sırt çantasında bize sakladığı ekmeğimize sürüp yedirdiği tüplü çikolata vardı. ya abim yerse, ya bana kalmazsa düşüncesi ile namaz boyunca benimle bırak konuşmayı duymayan bile babama gidelim diye çekiştirip durdum.
Namaz biter bitmez babamın kucağına atlayıp, biran önce annem ile abimin yanına gitmek için nerdeyse kendimi parçaladım.
****
Zaman ne acımazsız. Su gibi geçiyor derler ya. Sudan çok hızlı akıp gidiyor.
Aradan yirmi dört yıl geçmiş. Daha dün gibi.
Ağabeyim matematik öğretmeni oldu, kendi gibi öğretmen olan yengemle evliliklerinden F. Mehmet adlı bir oğulları oldu.
Diyetisyenlik yaptığım tıp merkezinde doktor olan nişanlım ile konuşup aile boyu bir umre yapalım dediğimizde buna en çok atmış üç yaşında vefat eden babasının rehberlik yaptığı yerlere bir daha gidecek olan Annem sevindi.
Emekliğinde el sanatını yaptığı resimlerle taçlandıran babam, hala minyon olan emekli hemşire annem, abim yengem yeğenim hep beraber düştük yollara. Aslında Mehmet dedem, babaannem ve Anneannemin de gelmelerini çok istedik. Ama yürümekte zorladıkları için kendileri reddettiler.
İki buçuk üç yaşında geldiğim kocaman siyah yapı dediğim bu yere yirmi dört yılın ardından tekrar gelmek bana çok iyi geldi.
Şimdi Kâbe’nin karşısındayım. Yine o kocaman siyahın içinde kayboluyorum. Ama bu sefer ayak bileğimde uzayan ip yok. Babama gidelim diye tutturmuyorum.
Ama aklımda abimin namazdan sonra Peygamber efendimizin evinin önündeki merdivenlerde buluşacağımız babamların yanına benden önce gidip, annemin çantasına sabah koyduğum tüplü çikolatayı benden önce yiyecek korkusu var.
Muhabbetle…
TÜPLÜ ÇİKOLATA
Fatih ENSAR
Yorumlar