İnsanın her hali bir olmaz ki! Gerek ruh hali gerekse beden sağlığı bozulduğunda insan sığınacak bir liman arar. Sokulacak bir ana kucağı arar. Konuşacak bir dost dili, bakacak bir yaren gözü, kendini anlayacak bir kalp arar. Tıpkı mayıs ayının kendini sardığı yazın ilk sıcaklığı gibi bir sıcacık yürek ister. 

            Ben kendi kendime yeterim. Ne anam düşer aklıma, ne kardeşim ne bacım ve nede bir dosta ihtiyacım olur. Kendimi rehabilite eder, acılarımı onarır, kırıklarımı sarar kimseye de ihtiyaç duymam diyeniniz varsa bilmem. Ama eğer öyle diyorsanız bence başta kendinize yalan söylüyorsunuz demektir. Zira kimseye ihtiyaç duymam dediğinizde bile ya bir sağlığa zararlı madeye, ya bir kahveye, ya bir çikolataya yâda hiç olmazsa yalnızlığa ihtiyaç duyar insan. 

            Ben bir şeyden emin oldum. 

            Başıma ne zaman bir şey gelse kendimi Kâbe’ye atıyorum.  

Bunu ben bile önceleri anlamadım. Mekke’de bulunduğum süre içinde otelde sabah kalktığımda aynaya bakıyorum. Sıkıntı yoksa asansördeki aynaya, daha sonra telefona belki de karşımdaki birinin moralin neden bozuk demesini bekliyor en ufak bir kıvılcım aldığımda derhal kendimi Kâbe’ye atıyorum. 

İlk servis otobüsünü beklemeyi bile uzun zaman sayıyor, ilk taksiyle Kâbe’ye koşuyorum. Kâbe’yi görünce o siyah yapının içinde kendimi kaybediyor, yitip gidiyorum. Kalbimi gözümü gönlümü yanağımı belki mültezime belki Kâbe’nin başka bir duvarına dayayıp, gözyaşlarım ile Kâbe örtüsünü ıslamaya çalışıyorum. 

Ellerimi mümkün olduğunca yukarıya doğru uzattığımı hissediyorum. Sanki Kâbe’nin damından üzerime rahmet yağmurlarını akıtmak için uzanıyorum. Yanağım Kâbe’de. Göğsümü bile yapıştırıyorum. 

İşte ben orada unutuyorum her şeyi. Ne gönlümdeki bir iki saat içinde kendinden geçecek olan bozukluk geliyor aklıma, ne arkadaşın serzenişi, ne hayatımdakilerin dalaveresi, ne açıkta bulduğu her yeri yakan güneş veya ne de insanlığa öfkesini fındık büyüklüğünde taneleri ile döverek anlatan yağmur umurumda oluyor. 

Ne kendini bir şey sananların “Hacım Hocam” dalgaları geliyor aklıma. Ne gözlerinin içine bakarak dedikodu yapanlar, nede ardını döndüğünde kuyunu kazanlar, senin üstüne basarak bir yere yükselme çabasında olanlar bile gelmiyor aklına. 

Ananın hastalığı, babanın siniri, kardeşin talebi, akrabanın düğünü, dostun cenazesi bile gelmiyor akla. 

Dedim ya farkında değildim önceleri kendimi Kâbe’ye attığımın. Sonra fark ettim ki benim ana kucağım, dost elim, yaren gözüm Kâbe’ymiş. Ben her sıkıştığımda kendimi orada buluyorum.  

Benim sığınağım Kâbe.  

Mekke’de olmadığım zaman mı ne yapıyorum. Onunda sonradan farkına vardım. 

Başıma gelen her musibette televizyondan veya telefondan Kâbe ekranını açıp izlediğimi, kâh tamamını, kâh bir köşesini, kâh Safa’yı kâh Merve’yi kâh avlu duvarlarını nereyi gösteriyorsa orada kaybolup gittiğimi ve orada her sıkıntımdan kurtulduğumu hissettim.  

Hiçbir şey yapamıyorsam bir Kâbe resminde yittim gittim. 

O kadar uzun yazacağım ve o kadar Kâbe’de kaybolduğumun resmini çizeceğim ki size belki sayfalar yetmeyecek.  

Ve 

Ben yine Kâbe’me sığındım. Dünya ile işim bitti şimdi yine gözerimde siyah devasa yapı bebeklerine kadar işledi. 

Kâbe’yi sevdası yapanlara… muhabbetle…