“Sokaklar ne kadar da düzgün. Hiç mi tepesi olmaz bu koca vilayetin” diye düşündüğünde caddenin en sonuna bakmış, gözlerinin gördüğü en son noktanın bir kabristanlık olduğu hissi ile iyice duygu kaplamıştı içini.
    Sayısını hatırlamadığı kadar çok demese bile yaşının nerdeyse yarısı kadar sayıda gelmiş, bu güzelliği yaşamış, buradan her ayrıldığında gözlerinden yanaklarına süzülen yaşı silmenin bile edepsizlik olduğunu düşünmüştü.
    Yine hüzün vakti gelmişti.
    Bir kez daha son kez olur belki derdi ile dertlenerek kaldığı yerden tek başına çıkmış ağır adımlarla sevgiliye yürüyordu. Aslında yürüyordu demek çok da doğru olmazdı. Zira yürümesi için ayaklarını yere basması lazımdı. Ama o yoğun aşk duygusunu zerresine kadar duyduğundan olsa gerek, sevgilinin bastığı yerlere basmaktan imtina edercesine adeta boşlukta ayaklarını sürüyordu.
    Demir parmaklıklar arasında bir bakıma hiç kapalı görmediği iki yana dayalı kapıdan girdiği andan itibaren başı istemsizce yere düşmüştü. 
    Kafasını kaldırmaması güneşin gözlerini yakmasından değildi. Eğer öyle olsaydı gök ile yerin temasını kesen genişliği onlarca kişiyi altında barındırabilecek şemsiyeler onu da korurdu. 
    Aslında orada bulunan sarı, siyah, beyaz tenli, renk renk giyinmiş kıyafetleri içinde her biri yıldız gibi parlayan kadınlı erkekli herkesin hedefi tekti. 
    Hepsinin amacı ve varış yeri aynı olmasına rağmen, kimi dönüyor, kimi sağa kimi sola yürüyor, kimi oturmuş dinleniyor, kimi uzanmış kestiriyor. Ama en çok su bidonların başında birbirlerine bardak bardak içecek ikram edenler dikkat çekiyordu.
    Aşkından gözü bir metre önünü görmekte zorlanan, iki kolunu taşıyamaz gibi çökmüş omuzları, vücudu öne eğilmiş, çenesi göğsünde, ter mi gözyaşımı bilinmeyen damlaları yere düşen garip öylece ilerliyordu.
    Her zaman aşkı ile dertleştiği noktaya geldiğini önüne çıkan yapının üzerindeki numaradan anlayıp, birkaç adım atıktan sonra çöküp kaldı. 
    Ayakları buraya kadar demişti. Daha ileri gidersen aşkına yaklaşmak yerine uzaklaşırsın der gibi çivilenmişti. 
    Dizlerinin üzerine çöktüğünde Aşkının buraya ilk geldiği güne gitti. Adeta Medine yıkılıyordu. Herkes bana gel, bende misafir ol diye kendini paralarken adil olan aşkı kimseyi kırmamak için seçimi devesine bırakmıştı. Herkes ardından giderken bu garipte o kalabalığa karışmıştı. Ve aşkının devesinin karşısında durduğunu hissetti. 
    O an içinde fırtınalar kopuyordu. Arada ne duvar kalmıştı, ne binlerce kişi, ne görevli askerler kalmıştı. Hani derler ya sıfır noktasında aşkı ile karşı karşıyaydı.
    Kafasını kaldırmadan sadece selam verebildi. Biliyordu ki Ebu Hureyre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu.
"Her kim, bana selâm verirse, onun selâmını iade etmem için Allah mutlaka ruhumu bana iade eder." Şeklinde hadisi şerif nakletmişti.
    İşte bu selam ile başladı “Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” Diyen yerlerin göklerin onun hürmetine yaratıldığı Allah Resulü Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile konuşmaya.
    Hz. Osman edebi ile kafasını kaldırmadan, gözyaşları sel olmuş akarken hıçkırıklarına engel olarak, “senin yokluğunda Medine’de kalamayan Bilal gibi bende gideceğim efendim” diyebildi.
    “Gitmeden sana gönderilen selamları iletmek istedim. Anam babam sana feda olsun. Benim buraya yanına geleceğimi duyan bilen herkes selam gönderdi. Senin şefaatin için gözyaşı döküp, aşkınla yanan ancak buralara gelemeyenlerin gönülleri senin için alev alev efendim.”
    “Eşim dostum evladım komşum akrabam hepimiz dünya telaşına düştük. Hatalar yapıyoruz. Yanlışlar da bizim için. Ama efendim biz Allah(cc)’ın birliğine senin onun kulu ve resulü olduğuna iman ettik. Ben tüm ümmetin adına senden şefaat diliyorum. Seni vesile kılarak Rabbimden af diliyorum.”
    Bu sözleri dilinden döktükten sonra hıçkırıklarından başka bir şey duyulmadı. Bir süre daha başı önde ağladı. Sağ eli sol elinin üzerindeydi. Tıpkı Hudeybiye de tüm sahabelerin biati gibi biat ediyordu adeta. Ne omuzundaki çanta umurundaydı nede başkaca dünya malı. Zira Cirane de efendisinin “Size ben yetmiyor muyum” nidası kulaklarındaydı. 
    Ne kadar oturdu, o aşkı ile otururken yanlarına yol arkadaşı Hz. Ebubekir, dava arkadaşı Hz Ömer, damatları Hz. Osman, Hz Ali gelmiş miydi fark edememişti. Fark ettiği tek şey burnundan gitse bile beyninden asla silinmeyecek gül kokusuydu. İçinden Cennet kardeşlerimin cennet kokusu bu koku olsa gerek diye düşündü.
    Ayrılık zamanı geldiğini anladığında yine edep ile kalkıp ayrılış selamını arz etti. 
    Kendisini ziyarete gelen misafirlerinin hepsi “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.” Hadisi şerifindeki gibi sahabe olma aşkı ile pervane olmuştu. 
    O yıldızların arasında kayarak geldiği yerden çıkıp, arkasını dönmeden gözden kaybolup gitti.
    Kabe’de “Kara”da kaybolan ruhu Medine’de “yeşil kubbe”de bir kez daha yitip gitmişti.