“Hınçlar ölünce sahibi gün görür.
İntikam hırsı içinde olanlar gençliklerinde mezarlığı boyladı.”
Jacques Vergès (Savunma Saldırıyor)
Gazetede bir haber: “Korkutan rapor! Bunalan modern insanın toplumsal sorunu; cinnet ve şiddet had safhaya
ulaştı.” Haberin altında bir sosyal bilim uzman görüşü: “Toplumları bitiren en büyük etken cehalet, şiddet ve kin
insanoğlunun gözünü kör edip kalbini kararttı. Aile birliğinin zayıflaması, geleneksel değerlerin yok olması, artan
maddi taleplerini normal kanallardan karşılayamayacaklarını düşünmeleri, milyonların içerisinde kendini yalnız
hisseden modern insanın kendini değersiz hissetmesi gibi etkenler sonucu kendilerine, çevrelerindeki insanlara veya
kamu düzenine zarar verme eğilimine itti ve şiddete yönelen insan depresyona girdi…”
Hintli bilge Beydeba: “Her yangını söndürmek mümkündür; Ateş su ile zehir panzehir ile hüzün sabır ile söner.
Fakat kin ateşi asla sönmez.”
Dünyanın fikir mimarı, Friedrich Nietzsche: “Dünyada hiçbir şey insanı kin besleme duygusu kadar yıpratmaz,
çabucak eritip bitirmez. Hınçla birkaç adım daha gittik mi bir mezarın içine varırız.”
Doğunun ışığı Buddha: “Zayıflıktan doğan hıncın zararı, zayıfın kendine dokunur en çok.”
Karagül Tv. Dizisi Kadriye ana sözü: “Her kurşun iki kişiyi vurur. Biri mezara biri mahpushaneye. Elinde ve belinde
silahı olanın şeytanı masumdur.”
Öfkeyle kalkan zararla oturur diyordu bir atasözümüz. Ve birkaç saniyelik hırsla kapanan ocaklar, yok olan insan
hayatları. Ne zaman gazetede bir şiddet haberi okusam Pehlivan Mehmet’in hikâyesini hatırlar, hüzünlenirim.
Ceza Mahkemesi Salonu, seslendi mübaşir, açıldı celse.
— Sanık ayağa kalk.
— Adın ne?
— Memet hâkim bey, Pehlivan Memet derler köyde bana.
— Evladım Mehmet neden öldürdün komşunu?
— Şeytana uydum hâkim bey, bir an kendimi tutamadım.
— Peki, pişman mısın?
— Pişmanım hâkim bey.
— Evladım Mehmet söyle bakalım nasıl oldu bu iş?
— Anlatayım hâkim bey. Ben kendi halinde, işinde gücünde, ekmeğiyle, aşıyla uğraşan bir adamdım. İşte o
komşumun danası bostanıma girmişti, bu yüzden uzun süredir aramızda husumet oluştu. Yıllarca birbirimizden hiç
haz etmedik. Ben her defasında gördüğümde yolumu değiştirirdim. Belaya bulaşmayayım diye devamlı sabrettim.
Gene bir gün sabahın seher vaktinde sırtımı duvarın duldasına verdim güneşleniyordum. Aha bu komşum önümden
bir geçti, iki geçti, döndü bir daha geçti, bana kerç etti. O an kan beynime sıçradı, dayanamadım çektim vurdum.
— Önünden geçti diye mi vurdun?
— He hâkim bey, üç kere geçti, amma kercine geçti.
— Peki, neyle öldürdün?
— Tabancayla
— Kaç kere sıktın?
— Bir şarjörün tamamını boşalttım!
— Evladım Mehmet, sen kanun musun?
— Hayır, efendim.
— Peki, kanuna niye gitmedin?
— Bilemedim hâkim bey, o anda düşünemedim. Çok pişmanım.
— Evli misin?
— Evliyim.
— Çocukların var mı?
— Eşim ve iki küçük kızım var ellerinden öper.

— Sosyal güvencen var mı?
— Başka güveneceğim kimsem yok hâkim bey.
— Bağ-Kurun, sigortan, ailenin geçimini sağlayacak bir gelirin var mı diyorum?
— Yok, hâkim bey, bir inek, iki keçi, birkaç tavuk…
— Yaz kızım Melahat, silahla tasarlayıp kasten adam öldürmekten müebbetten hapsine!..
Salon döndü, kürsü döndü, dünya döndü, karardı gözleri Pehlivan Mehmet’in!..

Keskin Kapalı Ceza evi, açıldı demir kapılar, indi kilit sesleri. Sorgusuz sualsiz “Allah kurtarsın” sesleriyle girdi
koğuşa dağ gibi bir adam.
Günlerce konuşmadı Mehmet. Geceler sanki bir yıl, gündüzler asır. Ne yana baksa kirli dört duvar.
Bir tek gardiyandan sorar, gizli gizli.
— Bi gelen yok mu, arayan, soran yok mu? Gardiyan gardaş.
Aylarca sordu. Ümitle sordu. Yine sordu. Usanmadı bir daha sordu.
Ne gelen var ne giden var, ne halini soran vardı.
Bir yazdı, iki yazdı, üç yazdı köyüne, hiç birine cevap alamadı mektuplarının.
Tam bir yıl sonra; isimsiz, imzasız, altında bir dost diye yazan bir mektupta: eşinin, çocuklarıyla köyü terk ettiği,
akıbetinin bilinemediği haberini aldı.
Demir ranza, mitil yorgan, kirli tavan, volta atan mahkûmlar, gitti geldi, gitti geldi...
Adım adım, tam on dört adımdı Mehmet’in dünyası. Deli danalar gibi bir o yana bir bu yana döndü durdu.
Nazlı eşi, masum kızları, köyü, dam evi, mor sümbüllü bağlar, kekik kokulu dağlar, ada tavşanı, telli turna,
Kınalı keklik, kutsal pınar, ilahi ışık güneş...
Hepsi bir an gelip geçti gözleri önünden.
Yemeden içmeden kesildi. Özü kurumuş kupkuru bir ağaç gibi kalakalmıştı tek başına.
Sağ elinde hiç söndürmediği Bafra sigarası, konuşmadan aylarca baktı duvardaki bir şiire* Pehlivan Mehmet.
Hep baktı hep okudu.
“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere
Yastığım, ranzam, zincirim
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş.
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”

Okudu düşündü, okudu baktı Mehmet, derin düşündü, sustu, hep düşündü, eridi, tükendi. Sabahın alaca şafağında,
çarşaftan bir ipte tuvalette asılı bulundu Pehlivan Mehmet.
--------------------------------
*Şiir: Ahmet Arif