“UÇURTMAYI VURMASINLAR” ÜZERİNE SİNEMASAL BAKIŞ
Bu yazının yazılma amacı; Sanat dünyamızda daha önce dile getirilenin, yeni insanlara ulaşabilme gayesi içinde farklı gözlerle yaşatılması ve verilmek istenen evrensel mesajın daha çok çevreye yayılmasıdır.
Bu eser; “1984 yılının bir Haziran öğle sonrası, demir kapı beni dışarı kapayıp Barış'ın çığlıkları içeride kaldığında, gün olup onun sesinin bunca çok insana ulaşacağı hiç aklıma gelmemişti.” sözleri ile önsözüne başlayan yazar Çiçekoğlu’nun en çarpıcı eserlerinden olduğu aşikâr. Eserin beyazperdeye yansıması ile geniş kitlede yankı uyandırması sanatın o dönemde az da olsa terakkisine sebebiyet vermiş. Eser yazardan çıktıktan sonra gerek dramatik yapısı gerek dönemin tarihsel sürecine eşlik etmesi ve en önemlisi insanı ele alması bakımından değerli. Evrensel unsurları içinde barındıran eserlerin dilimize, toplumumuza kattığı birçok fayda var. Bir eser yazıldığı dönemi aydınlatma çabası içinde olsa da aslında gelecekte yaşayacak ve yaşanacaklar için sergiler tüm hünerini. Bunun zemininde elbette insanı sevme bilinci ve doğanın bir nimet olarak bizlere sunulması var. Bizler günlük hayatımızda veya beşeri ilişkilerimizde çok defa bu bilince sıkı sıkıya bağlı kalamıyoruz. Oysa hayatın gerçekliği içinde karşımıza onca acının çıkması ve bizi etkilemesi dünyamızın bize sunduğu başlı başına bir serüven. Artık o duymak isteyip de kulak vermediğimiz barış için açalım tüm pencerelerimizi. Artık kulak kabartalım sanat dünyamızın evrensel mesajlarına, buna gençlerimizle, fert olaraktan topluma varıncaya kadar idrakini yaşayalım.
Konu
“Uçurtmayı Vurmasınlar” kitabının konusu, annesi ile birlikte ceza evine mahkûm edilen Barış’ın, orada ona en yakın arkadaşlık eden mahkûmlardan İnci ablasına yazdığı mektuplardan oluşuyor. Zaman zaman güldüren, zaman zaman hüzünlendiren, ama hepsinin sonunda düşündüren soruları ile bir çocuğun dünyasına girerken, “Uçurtmayı Vurmasınlar” kitabı ile tutukluların dünyasında da kendimizi buluyoruz.
Kitabın filme aktarılması
Film, görsel argümanlar üzere donatılmış bir sanat ürünü. Kitap ise harflerin dokunaklı sözlere dönüşerek, ifade gücünün ortaya çıkan soyut kısmı... Bu anlamda değerlendirme yaparken karşılaştırılması değil de aktarımı açısından düşünelim. “Uçurtmayı Vurmasınlar’ın kitap metnine bakıldığında başkarakterlerimiz Barış’ın ve İnci’nin konuşmaları mektup üzerinden geçiyor. Barış yaşadığı, başından geçen onca hadiseyi ve günü, mektuplarında dile getiriyor, İnci ablasına. Oysa beyazperdeye aktarımı şöyle; İnci her olay ve hadisede kitaptaki metin yerine Barış’ın yanında. İnci elbette hatırlıyor film esnasında olan olayları ama Barış’ın İncisiz yaşadığı günler bile İnci karakteri üzerinden yansıtılmış, bu aktaran ekibin elbette tercihi olmuş, benim dikkatimi çeken en çok bu oldu.
Bir de önemli olarak algıladığım, eserin can alıcı noktasına filmde yer verilmemiş ya da verilmeye çalışılmış olsa da tam manası karşılanamamış olması. Bunu örnekleyelim;
Film toplamda 83 dakika, 50. dakikasındaki görüntülerde ve kitabın 85. sayfası daha açıklayıcı olması açısından, mektup günü 30 Mart olan sayfadaki son satırlarda yer alan ifade senaryoda yoktu. O olayı şöyle anlatalım. Annesi ile Hastahaneye giden Barış bahçede bir jandarma Eri ile yalnız kalır. Jandarma Eri, Barış’a simit alır ve konuşurlar, o konuşmada yer almasını gerekli gördüğüm filmi izlerken beklediğim o satırlar; “Ağabey (jandarma Eri) uçurtmayı vurmadı. Belki annemi de vurmazdı.” Barış’ın iç sesi olarak verilebilirdi. Bu sözlere yer verilmesi neden gerekli idi? O an anne bir tiptir. Bütün insanlığı ve insanlığın özgürlüğünü, üzerinde toplayan bir tiptir. Uçurtma-anne ile denkleştirilmiş ve toplumsal sıkıntıyı dile getirmiştir. Barış ise bu özgürlüğün farkında olan özgürlük adına barış için savaşan bir karakterdir. İnsanlığı ve evrensel mesajı içinde barındıran bu satırların eserin beyazperdeye aktarımında yer almalıydı. Filimde “Benim annem kaçmaz ki” ifadeleri ile yetinerek o mana yüklenmeye belki de bir nebze sağlanmaya çalışıldığını da göz ardı etmemek yerinde olur.
Değerlendirme
Ülkemizde varlığına tam olarak inanmakta güçlük çektiğim edebiyatın güzelliklerine dair içimde bir nebze taşıdığım umut üzerine yazıyorum bu değerlendirmeyi.
Beyazperdeye yansıtılan eser o dönemin şartları içinde tasvir ve onca betimlemenin, söylemin atlanılmadan verilmesi, işin ucuz yoldan kâr kaygısı içine girilmeden ve sadece maddi kaygı güdülmeksizin yapıldığı gerçeğini taşıyor. Bahsedilmesi gereken konunun beyazperdeye aktarımındaki sıkıntılarından ziyade gerçekten alıcısının takip edenin olup olmadığı hatta bir basamak üste daha çıkmak gerekirse eserin, ilgilisinin dahi metinle muhatap olup olmadığıdır. Eser gerçekten beyazperdeye aktarılmamış olsa idi kenarda köşede mi kalırdı? Bu anlamda yitip giden nice evrensel değerin hakkı teslim edilebiliyor mu? Bunları konuşmak, düşünmek faydalı olacaktır. Bizler edebiyatın birer ürünü olan eserlerimizi iyi okuma ve değerlendirme bütününe sahip olmadıkça bu soruların cevabı boynu bükük kalacaktır.
1989 yılında Türkiye'nin ilk Oscar Aday Adayı olan filmin, senaristi ve yazarı Feride Çiçekoğlu ile yönetmeni Tunç Başaran’ın toplumumuzda aynı zamanda dünya çocukları adına verdikleri mesajın yerli yerince ulaşmasını ve yeni genç kuşaklarında düşünüp edebiyat dünyamızdaki nice sayısız eserleri göz ardı etmeden içtenlikle insanı sevme bilincinin yaşanılmasını temenni ediyorum. Elbette ki insanın gerçek metin ile hemhal olması önemli. Bu anlamda hatırlatmayı anlamlı buluyorum.