(Önceki haftaki Toptan Çöküş yazımın devamıdır)
Entel Mahmut: “Anladım ki arkadaşlar siyasetin, hatta insanların sağcısı, solcusu, dincisi olmazmış, sadece menfaatcisi olurmuş. Bak şimdi ayrı görüşlerden insanlar bir arada dostça geçirebiliyormuş. Daha önce bunu kavrayamadığımızdan buradayız. Yürüdüğümüz yolda dürüst sandığımız insanlar meğer dürüst değilmiş. Ülkemizin en büyük sorunu cehalet değil karakter sorunuymuş. Karaktersiz insanlar bizi sırtımızdan olayların içine itti, hiç kimse elimizden tutup ileriye taşımadı. Cehaletimizin kurbanları olduk. Biz kandırılmış, düşüncesinden dolayı haksızlığa uğramış, sahipsiz insanlarız. Artık bütün bu olup bitenlerden ibret almalıyız.”
Hamido: “Altmış beş yıllık hayatımda gördüğüm kadarıyla evlatlarım, hepiniz bir davanın mücadelesini verdiniz. Taze yürekleriniz ülke sevgisiyle attı. Aynı köyde, aynı mahallede doğdunuz, büyüdünüz, aynı topraklarda yaşayıp, aynı havayı soludunuz ama birbirinize nefretle bakar, kinle, intikamla yaşar hale getirildiniz. Ayrı dünyaların insanları oldunuz. Birbirinizi kızıl komünist, yeşil komünist, yobaz kökten dinci, faşist diyerek suçladınız. Kaybeden, ezilen kim oldu? Aklını kullanamayan siz gençler! Büyük bir davanın peşinde koştunuz ama aptallığınız yüzünden başarılı olamadınız. Şimdi bedelini ödüyorsunuz. Peki, o zaman bunca çileleri, işkenceleri neden çektiniz. Aranızda kazananız var mı? Yok, hepiniz kaybetti. Dava arkadaşlarınızın kimi işkencede, kimi darağacında yağlı urganda, kimi karanlık hücrede can verdi.
Hani nerde o eski uğruna ölümleri göze alıp savaştığınız siyasiler, önderler, körü körüne taptığınız şeyhler. Hiçbirinizi arayıp soran var mı? En büyük yurtseverlik, vatanseverlik, milliyetçilik çok okuyup, bilge ve dahi seviyesinde kendini yetiştirip bir makam, mevki sahibi, donanımlı, bilgili, birikimli kişiler olup karıncalar gibi çalışıp devler gibi eserler vermekle olur. İşte o zaman vatan sizlerin omuzlarında yükselir, yeni iş sahaları, işsizlere ekmek tekneleri, atölyeler, işletmeler açardınız. O vakit ülkenize faydası dokunan insanlar olurdunuz. Hayatın her yönünden zevk alır, aileniz, çocuklarınız sizlerden gurur duyar mutlu bir nesil yaratırdınız. Kendisine faydası dokunmayanın ne ülkeye ne vatana ne de millete hayrı dokunur.
Peki kazananlar kimler? Kazananlar sizin gibi gencecik körpe beyinleri, fidanları kışkırtıp birbirinize kırdıran arkadan dolanan sırtlanlar, ateşi maşayla tutan uyanıklar, sizlerin cehaletinden, ortalığın kargaşasından faydalanıp, omuzlarınıza basıp, devletin imkânlarını kullanan kurnazlar, her devrin yağcılığını yapan, şimdi pahalı otomobillerde, yatlarda, katlarda, lüks semtlerde oturan karaktersizler, karanlığı seven, karanlıklardan beslenen kan emici yarasalar. O yüzden ben siyah rengi hiç sevmem bilir misiniz? Karanlık ve siyah renk kötülüğün, uğursuzluğun sembolü, cinlerin, şeytanların rengidir. Hayat bu işte insan sarayda başka, koğuşta başka, mahpushanede ise bambaşka düşünür. Başına olaylar gelmeyen insan hayatın anlamını çözemez.
“Tez zamanda Allah yardımcınız olurda kurtulursunuz inşallah.” Der demez, bir başka siyasi suçlunun idamı haberi ve ortalığı inleten yüzlerce mahkûmun isyanı, bağırtısı, feryadı. Tükenen umutlar, sızlayan vicdanlar, titreyen bedenler, dört duvara bağlanmış kör olası ölüm sessizliği. Ardından yan koğuştan yükselen, tüm mahkûmların hasretle ve hüzünle, gözyaşlarıyla dinlediği gardiyan isimli bir Seyfi Doğanay türküsü*.
Gece midir gündüz müdür bellisiz
Bildiğimiz mi var gardiyan oy
Güneş doğuyorsa bizden habersiz
Gördüğümüz mü var gardiyan oy
Zalım gardiyan oy, vah zalım gardiyan oy oy
Bizim bura geldiğimiz bir yıl oldu
Bunca dostlar vardı hepsi öldü
Birde soruyorsun kimsem geldi mi?
Anam mı var? Babam mı var?
Gardiyan oy, vah zalım gardiyan oy oy
Yüreğime indi kilit sesleri
Ne arayan var ne soran bizleri
Doğanay’ın yolda kaldı gözleri
Hele bir bak gelen de mi yok gardiyan oy
Zalım gardiyan oy, vah zalım gardiyan oy oy