1970 yılı başları Kırıkkale, Toprak Mahalle, Gür Kıraathanesi, diğer adı İsmail Ağanın kahvesi. Söğüt dalı gölgesinde neşe içinde domino taşı oynayanlar. Yoldan geçen lacivert renkli takım elbiseli, kravatlı memurlar ve “çay içelim beyefendi” diyerek ayağa kalkıp saygı gösteren kahve müşterisi, gösterilen ilgiye karşı güzel sözle nezaket gösterisi yapan memurlar. Yanda hasbihal eden emekli Komiser Hüseyin ile Karalı köyü eşrafından Kel Yusuf. İçeride çayını yudumlarken Ses, Hayat mecmuaları ile çeşitli gazeteleri okuyanlar. Dışarıya yansıyan Neşet Ertaş türküleri. Hemen bitişikte Azizlerin gazete bayisi. İşe yetişmeye çalışırken aceleyle bayiden aldıkları Tercüman, Hürriyet, Günaydın gazetesini ceketinin dış cebine başlığı dışarıda gözükecek şekilde yerleştiren fabrika işçileri. Ve postacı Âdem, sırtında yirmi kilodan ağır omzunda taşıdığı meşin çantası, alnında pul pul olmuş terler, elinde bir mektup. Mektup üstünde: “Alıcısı: Dişçi Orhan, Adres: İsmail Ağa gahvesi küt arkası. Toprak Mahalle/Kırıkkale.”
Üç yüz metre ötede şehrin tam ortasından geçen tren rayları kenarında plastik topla mutluluk içinde futbol oynayan çocuklar. Mesai saatleri sonuna doğru aynı tren hattı kenarında şehrin kalabalıklarından uzakta çimenlere bağdaş kurmuş, sarı leblebi ve iki taş ortasına ateş yakıp odun koru üzerinde tavuk kanadı pişirip yeşil şişelerden şarap içen şarapçılar. O tarihlerde şarapçılardan başka kimse yüzüne bakmazdı tavuk kanadının. Tesadüf yanlarından geçen iyi giyimli bir beyefendinin güler yüzüyle” muhabbet ola” sözlerine karşılık her ikisi de irkilip birden ayağa kalkıp önlerini ilikleyip hafif öne eğilerek “saygılar efendim, buyurun beraber olsun, bir emrin var mı abi” sözleri adamı duygulandırdı. Adam sağ elini kalbinin üzerine koyup, tebessümle selamlayıp yoluna devam etti.
Önce insanlık vardı şehirde, ev gezmelerine giderdi konu komşu birbirlerine. Misafire kolonya ve misafir şekeri ikramı adettendi. Saygı, sevgi, hatır, niyaz en önemli tutum ve davranıştı. Muhabbet insanlığın özüydü, bir nevi insanlar sevgiyle, saygıyla, hoş sohbetle birbirini tedavi ederdi bilmeyerek. O yüzden psikolojik, ruhsal hastalık nedir pek bilinmezdi. Herkes birbirinin derdine koşardı. Tren hattı bölgesinde urganlara bağlı inekler çayırlarda yayılır, hayvan sahipleri sabah zikkeye ineğini bağlar, akşama alırdı. Ne ilginç ki hiç kimse alıp götürmez, hırsızlık nedir bilinmezdi. Tandır bacalarından sıcak yufka, yağlı gözleme, kuru bazlama kokusu tüm mahalleyle yayılır, sokak aralarına çekilen seyyar lambaların ışığında üç gün üç gece çifte davullu düğünler yapılır, kazanlar kurulur, etli pilavlar pişirilir, hoşaflar kaynatılır, tatlılar sinilerde ikram edilirdi. Nuh Akgün’ün” Ötmesin bülbüller solmuştur gülüm, döküldü çiçeğim kurudu dalım” türküsü eşliğinde rakılar içilir, Kâmil Abalıoğlu’nun oyun havalarında oyunlar oynanırdı. Her yerde bolluk bereket, dostluk ve huzur vardı.
Açık hava sinemalarında dinli, dinsiz, kadın erkek ayrımı yapılmadan hep birlikte aile filmleri seyredilirdi. Genç kızlarımız gelinlerimiz eşarp, yazma bağlar, oya ve nakış işler, analarımız ninelerimiz çember, tülbent takınır kimse kimsenin giydiğine, yediğine, içtiğine hayatına karışmazdı. Çünkü ayıp sayılırdı. Her şeye, her kese bir saygı vardı. Komşuya, bekçiye, öğretmene, polise, askere, imama, postacıya. Mahallenin gece bekçisi, cihet dağıtıcısı kimin nerde oturduğunu, hangi hanede kaç kişi oturduğunu bile bilirdi.
Sonraları fabrikalarda çalışmak üzere türküde söylenen “insan çeşit çeşit yer damar damar.” tipinde en fazla da Yozgat, Kırşehir başta olmak hemen her bölgeden insanlar gelmeye başladı şehre. Kültürü, inanç yapısı, dili ayrı insanlar şehrin sosyal yapısını, kimliğini farklılaştırdı. Kültürel çeşitlenme, çoğalma başladı. Ordu nere Kırıkkale nere, ta Ordu’dan beş kişilik ailesiyle gelip Silah fabrikasına Bekçi olarak işe giren bile vardı. Şehir kısa sürede az kimlikli yapısından çıkıp çok kimlikli, kozmopolit bir şehre dönüştü. Ülkenin nüfusuyla birlikte şehrin nüfusu da arttı birdenbire. Derken aniden dini ve siyasi yapı girdi şehrin ve ülkenin gündemine, ortalıkta yeni yeni partiler boy gösterdi. Milliyetçi, aşırı sağcı, solcu, koyu dinci, tarikatçı görünümlü partiler ve ideolojik yapılanmalar. Yıllardır aynı kaderi, aynı mutluluğu paylaşan yurdum insanı kutsal kitabımızın “fırkalara ayrılmayınız- Âli imrân 103)” emrine inat farklı fırkalara ayrıldı. Bununla birlikte siyasi, idari, dini, bölünmeler, ayrışmalar, demografik yapıda bozulmalar başladı.
Siyaset ve dini ayrışımlar, yapılaşmalar her şeyin içine girdi, orta öğretimde okuyan öğrenciler bile siyasi, dini, ideolojik fikirlerin içine çekildi. İnsanlar “milliyetçiler, ülkücüler, kızıl komünistler, yeşil komünistler, Süleymancılar, Nurcular, Işıkçılar, Hoca efendiciler, cemaatçiler, tarikatçılar.” gibi farklı gruplara, örgütlere, siyasi ve dini oluşumlara ayrıldı. Toplumda “Ben, sen, o” ve “Şu solcu, bu komünist, o faşist, öteki yeşil komünist, beriki kökten dinci yobaz” gibi yeni tanımlar, söylemler, kavramlar duyulmaya başlandı.
Tarih boyunca uyum ve ahenk içinde iç içe yaşayan, birbirinin yediğine, içtiğine, giydiğine karışmayan insanları siyaset bölüp anormal yapılara yönlendirdi. Birden “tesettürlü-tesettürsüz, türbanlı-türbansız” gibisinden kılık kıyafet, giyim, kuşamla ilgili söylemler ile “o dindar, o ayık gezmez, alnı secdeye değmez.” tarzında kişilerin özgür yaşam tarzıyla ilgili söylemler, yargılamalar, ötekileştirmeler ülke gündemine oturdu. Türk töresinde ülkenin kaderini belirleyen kararlarda söz hakkı olan kadın için “kadınla erkek aynı ortamda çalışamaz, kadının yeri dört duvar arasıdır, kadın sesi duymak haramdır” gibisinden ülkeyi felakete sürükleyecek çağrışımlar yaygınlaşmaya başladı. Türban meselesi ülkenin gündemini meşgul edip içinden çıkılamaz hale getirdi. Bazı çıkarcı siyasiler bu tarz eylemleri körükleyip, kutuplaşmaların daha da artmasına, giderek yaygınlaşmasına vesile oldu.
Bileğini kesip kanlarıyla kan kardeşliği yapan aynı mahallenin çocukların karakteri ve kişiliği değişti. Gençlerin aralarındaki kan bağı, birlik beraberlik, dostluklar bitti. 1970 de apartman topuk, midi etek giyip “Abidik gubidik twist” oynayan kızlarımız çarşafa bürünüp “Şeyhim istesin kendimi balkondan aşağı atarım” noktasına geldi. Ülke toptan derin bir siyasi ve dini ideolojik buhran içerisine düştü. Siyasetle birlikte adamcılık, tavassut, göz yummalar, hileler, yolsuzluklar, hemşericilik, dinlerin bile haram saydığı torpil başladı. Bu toplum önemli sosyolog, psikiyatrist, toplum bilimci, pedagog, eğitim bilimci, aykırı düşünen aydınlara, toplumun sorunlarını çözebilecek bilim adamlarına önem vermedi. Var olan mevcut olanların da siyasi irade önlerini kesti. Söz hakkı vermedi. Aykırı düşünenlere “kafadan kırık, uçmuş kaçık, entel deli, beynamaz kâfir, ateist dinsiz” vb. gözle bakıldı. Ülke gerildikçe gerildi. İşçi sendikaları yüzbinlerce işçiyi, siyasi yapılar milyonlarca öğrenciyi, gençleri sokağa döktü. Polisler ve öğretmenler sağcı, solcu diye ikiye ayrıldı. Sokaklar kandan geçilmez hale geldi. Kaos, kargaşa, kutuplaşma, ötekileştirme gibi kavramlar ülkenin en büyük sorunu haline gelip Cumhuriyet rejimini tehdit eder hale geldi. Ve aynı havayı soluyan, aynı sofrada yan yana kaşık sallayan, dostluk arkadaşlık uğruna ölümleri göze alan aynı toprağın insanının birliği bozuldu, dirliği yok oldu.
Ve ülkeye bedeli çok ağır oldu. “T.C. Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya cebren teşebbüs etmek, demokrasi ve demokratik kurumları hedef alan eylemlerde bulunmak, terör olaylarına karışmak, yıkıcı ve bölücü ideolojik örgütlenmelere katılmak, toplumun kamplara bölünmesine yol açmak…” gerekçeleriyle 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte 650.000 kişi gözaltına alınıp, 230.000 kişinin askeri mahkemelerce yargılanması yapıldı. Ne zaman insan çoğaldı hile başladı, türkünün filozofu Neşet Ertaş’ın dediği gibi “Süte su karıştı, sonra söze yalan, mideye haram. İşte orada bozuldu insan.” (devamı haftaya)