(نتي لستِ أمام عينِي)
Rüzgâr bir faklı üşütüyordu bu gece. Ay farklı doğmuştu, çehresini yırtan bir kuş misali gibi. Sanki kötü bir şey olacakmış gibi insanın üzerinde olan buhranlık. Yüreğinin derinliklerinden gelen nedenini bilmediği tarifi mümkün olmayan bir his. Ayın muhteşem parlaklığını kara bulutlar çevrelemiş kaplamıştı. Yağan yağmur pencerenin camına vururken ki sesi ürperttiriyordu insanın yüreğini. Buğulanan camın dibinden ayrılmayan genç, sessizliğin sükûnet bulduğu gecede bakıp göremediği hayalinde…
İşte böyledir hayat. Neye bakmak istersen orda onu görür onu hayal edersin. Göz bebeklerine işlese de ruhunda olanı görür gözlerin. Gözünün önünde değildir ama nereye baksan onu görürsün. Bakmakla görmek arasında fark budur işte. Kader denilen yazgı seni ayrı kulvarlarda haşr eylese de, başka girdapların içinde kaybettirse de, yaprak misali rüzgârın önünde savrulsan da... Böyledir görmek istediğin yerde göremeyince görülmek isteyeni. Derin iç çekişleri sarar bütün benliğini, bir sigara da bulursun amansız uçsuz bucaksız dalışlarında kendini. Nafile vermez karanlıkların içine saklanışların. Yağmurun altında ki ağlayışların. Karın yağışı söndüremez içindeki yangını fayda vermez rüzgârın esişi teninde ki yangını.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî derki “Baktığın benim, gördüğün sensin.” Aşık maşukunun kapısına geldiği zaman, kapıyı vurduğunda maşuk kim o dediğinde benim derse kapıyı açmaz halen sen mi varsın der. Sevgi bunu gerektirir. İki kere ikinin bir ettiği, nefes alırken onun ciğerlerinden aldığı. Onsuzluk dan nefes darlığı çektiği bir yaşam olunca tekrar çalar kapıyı aşık kim o der maşuk, aşık ise sen geldin deyince kapı açılır işte. İki ayrı bedende çarpan bir kalptir.
Aşık hiçbir zaman yalnız kalamaz. Sevgili olmazsa hasreti, özlemi, hayali vardır. Uyku girmez gözlerine, belki de gözlerin aradığı uyku değildir. Hazret der ki “ İki gecem var, ikisinde de uykusuz. Biri sensiz olduğum gece, hasretin bırakmaz ki gözüme uyku girsin. Diğeri senle olduğum gece, yanımda sen varken uyumak olur mu?”