Karanlık bütün ihtişamıyla yeryüzünde ki bütün acıları örterken, bir tek kanayan yaraları örtmezdi. Ne bir derman ne bir merhem sarardı. Bazen şekerli bir çayın deminde bulurdu insan kendini. Bazen acı bir kahvenin telvesinde. Rüzgârın ağaçlara verdiği sallanışının tene verdiği huzurda kaybederdi insan kendini bazen. Mehtaba vuran ışığında arardı kendisini amansızca ummanlara dalışında. Gerçi kaybedince ruhunu, bedenin içinde yaşayan ölüler gibi olurdu insan. Aslında bulması mı lazımdı ya da kaybetmesi, daha mı iyiydi orası muamma. Acılar yaşam literatüründe olmazsa olmazlardan olurdu. Herkesin dinlediği şu alemde anlayabilene rast gelmek büyük bir şans olsa gerek. Hele de acılarımızı dertlerimizi konuşarak anlatamadan anlayan var ya…
Hallâc-ı Mansûr’a atfedilen bir söz vardır “Cehennem, acı çektiğinizi kimsenin duymadığı yerdir.” Yalnızlığın acısı kolay kolay geçmiyor. İnsan kalabalıklar arasında yalnız olur mu, en çok yaralayan da o olur. Anlatsan anlayan yok, herkesin konuştuğu bu alemde anlaşabilmek bütün mesele. Dert elbet bir gün bitecek biterken geçen zaman mefhumun da yanındakilerin nasıl yardımcı olduğu kalacak akıllarda. Kimi yarana merhem olmaya çalışacak kimi umursamayacak. Hele de umut ettiğin kişilerin dertlerine ortak olamayışı daha çok yaralar insanı.
Sonra duvar kurarsın her şeyine. Dertlerine, sevinçlerine, acılarına gözyaşlarına. Kimseyi ortak etmezsin. Sadece gülümser geçersin. Bilmezler içinde kaynayan yanardağının ateşini. Çıksa bir damlası yakar kavurur her yanı. Umursamazsın dilinin ucuna gelir ve koskocaman bir neyseye sığdırırsın anlatmak istediklerini. İşte böyledir hayat içine girdiğin girdaba ortak ettiklerin bazen boğar seni. Uzanan el boşa çıkar ve bir yaş daha yaşlanır tecrübe kazanırsın. Karşına ince düşünenler çıkmazsa, ince ince canın acır kavrulursun. Velhasıl ince düşünmek yaralasa da fıtratımızda yok kalınlık. İnce insanlar unutmazlar, unutmuş gibi yapsalar da unutmaz incinirler ince ince…