Bundan tam 101 yıl önce 4 Ağustos 1922’de bir kahraman toprağa düştü Pamir yaylalarında, Çegan Tepesi’nde.

Bir kahraman ki, alabildiğine sevdalı, vatanına, milletine, devletine, eşine ve çocuklarına. Bir taraftan savaşıyor öbür yandan sevda yüklü mektuplar yazıyor hem de hemen her gün. Sultanım, yegâne sevgilim, güzel sultanım, ruhum, güzelim, efendim, muazzez, mukaddes, dünyada yegâne emelim ve daha nice güzel hitaplarla. Mektup yazdığı da gerçek bir sultan, padişah kızı, eşi Naciye Sultan.

Sadece mektup yazmıyor çakısıyla adını kazıyor gölgesinde uzandığı karaağaca ve bazen o ağaçtan bazen Pamir kırlarından topladığı çiçeklerden gönderiyor sultanına. “O kadar özledim ki gel desen de atlayıp gelsem” de diyor zaman zaman. Ama ne Naciye Sultan gel diyor ne de o çıktığı kutsal yoldan dönmeyi geçiriyor aklından.

Tarihçi Mustafa Çalık haklı olarak “Kim ondan daha romantiktir, uzak diyarlarda geceleri altında uyuduğu o karaağaca çakısıyla Naciye’sinin adını kazırken? Kim ondan daha fazla Enver’dir, Pamir Dağlarında mitralyözlerin üzerine kılıçla atılırken? Ve kim ondan daha şehittir, Çegan Tepesi’nde yatarken kanlar içinde, boynunda dürbünü, koynunda mushaf’ıyla…” der.

Sadece tetik düşürmez cephelerde her fırsatta kitap ta okur. Trablus yolunda Faust’u, Türkistan yolunda Alexandre Dumas’ın Kraliçe Margo kitabını okur. O nesil hep okudu, hem cephede hem cephe dışında.

Trablus o günlerde Osmanlı toprağı ama ne denizden ne de karadan ordu sevk etmek mümkün. Mısır İngiliz işgalinde, Akdeniz ise İtalyan donanması tarafından daha Çanakkale boğazında kapatılmış bize. Ulaşım yok diye savunmasız bırakılacak değil elbet, inanmış subaylar değişik yollarda ulaşırlar bugün Libya dediğimiz Trablus’a. Enver, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Kuşçubaşı Eşref ve diğerleri. Şeyh Sennusi önderliğinde teşkilatlandırırlar çöl Arap’ını ve tam bir yıl çarpışırlar İtalyanlarla. Kıyıdan içeriye sokmazlar. Ama Balkan savaşları çıkınca ister istemez dönerler anavatana içleri kan ağlayarak.

Enver Paşa hem gidişini açıklar hem dönüşünü anılarında. Gidişini şöyle açıklar 9 Ekim 1911’de yazdığı anısında:

“Trablus, zavallı memleket, kaybetti şimdilik… Kim bilir belki de ebediyen… Peki o zaman niye gidiyorum? İslam dünyasının bizden beklediği bir ahlaki görevi yerine getirmek için.”

12 Ekim 1912’de yazdığı notlarda ise ana vatanla verdiği söz arasındaki çaresizliğini şu sözlerle dile getirir:

“Burada Arapları karıları ve çocukları ile İtalyanların üzerine sürüyorum, Sultan bıraksa bile ben sizi bırakmayacağım diye söz vererek. Şimdi düşünün, bu yiğit insanları onları yok etmek için yavaş yavaş baskı yapan İtalyanların kollarına nasıl bırakırım? Ama Allah’ım, orada, memleketimde de ne büyük zorluklar var. Ama hayır, bedevilerin benden daha sadık olduklarını görmek istemem. Şeref sözümden dönmek korkaklık olur.”