Yüce Mevlâna'mızın hayat hikâyesini, kırık dökük cümlelerle de olsa, dilimizin döndüğünce, burada anlatmaya çalışacağım.. .Lâkin, O'nu anlatmak ne mümkün!.. O'nu anlatmaya çalışmak; bir okyanus içine bir kovayı daldırıp, uzaklara taşıdıktan sonra,Alın okyanus budur demeye benzer... Vefatından günümüze kadar, fikirleri, felsefesi, eserleri ve yaşayışıyla, sadece kendi çağını değil, yüzyılları kucaklayan hoş görüsü ile gönüllere taht kurmuş olan Mevlâna için, söze şöyle başlamak daha doğru olur herhalde: Söz biter, Mevlâna bitmez!.. Hz.Mevlâna, 1207 yılında (30Eylül) bu günkü Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi'nin Belh şehrinde doğdu. Babası, âlimler katında Sultan-ül Ulema Bilginler Sultanı" diye anılan Bahâeddin Veled'dir. Annesi ise, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. 

 Bahâeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası sebebiyle 1213 yılında Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. İlk durakları Nişabur olmuş, daha sonraları Bağdat'a oradan da Küfe yolu ile Kâ'be'ye hareket etmişlerdir. Hac farizasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam'a uğramışlar, Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Larende'ye (Karaman) gelmişlerdir. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdığı medreseye yerleşmişlerdir (1222). Sultan-Ül Ulema ve ailesi burada 7 yıl kalmıştır. Mevlâna, 1225 yılında Şerafetdin Lala'nın kızı Gevher Hatun'la Karaman'da evlenmiş, bu evlilikten de Mevlâna'nm Sultan Veled ve Aleâddin Çelebi adlı iki oğlu olmuştur. Yıllar sonra Gevher Hatun'u kaybeden Mevlâna, tek çocuklu dul bir kadın olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yapmıştır. Bu evlilikten Mevlâna'nın Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya gelmiştir. Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı, Selçuklu Devleti'nin egemenliği altında idi. Konya, bu devletin baş şehri idi. Konya, o yıllarda sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkârlarla dolup taşmıştı. Devletin başında da, bilginlerin ve sanatkârların koruyucusu, ünlü hükümdar Sultan Aleâddin Keykubad bulunuyordu. Aleâddin Keykubad, Sultan-Ül Ulema Bahâeddin Veled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti. Sultan Alâeddin Keykubad, kendilerini muhteşem bir törenle karşılayarak, Altun-Abâ (İplikçi) Medresesi'ni ikametlerine tahsis etti. 

 Sarayın 'Gül Bahçesi'ne Defnedilen Alimler Sultanı!.. Sultan-Ül Ulema, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu Sarayının Gül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak varlığını devam ettiren Mevlâna Dergahı'ndaki bu günkü yerine defnedildi. Bahâeddin Veled, vefaat edince, öğrencileri ve müridleri bu defa, Mevlâna'nm çevresinde toplandılar. Mevlâna, bu yıllara gelindiğinde büyük bir ilim ve din âlimi olmuş, ünü tüm Anadolu'da, Şam'da, Tebriz'de, Bağdat'ta duyulur olmuştu. Altun-Abâ (İplikçi) Medresesi'nde vaazlar veriyor, bu vaazlara müridleri, öğrencileri ve halk büyük bir ilgi gösteriyordu... Yıl 1244... Aylardan Kasım'ın 15'i... Mevsim sonbahar... Belki o an bir çok yerde mevsim sonbahar; Konya'da ise, o an son değil, yaşanan belki,İlk bahar!.. Güneş mevsime inat, sıcak mı sıcak!.. Selçuklu Devleti'nin başkenti Konya, bir ikindi güneşinde pırıl pırıl... Mevlâna Celaleddin, Altun-Abâ Medresesi'nde dersini vermiş, evine dönüyor... Bindiği katırı iki molla çekiyor.... Mevlâna'nın başı önünde, tevazu ve hiçlik duygusundan iki büklüm, ağır-aheste gidiyor.. Yolun yarısında ve caddenin tam ortasında birdenbire iki çıplak kol, katırın dizginlerine yapıştı... Mevlâna, katırın ürkerek silkinmesi üzerine daldığı tefekkür âleminden sıyrılarak, başını kaldırdı... Esmer, yanık benizli hiç tanımadığı bir adam yolunu kesmiş, katırın dizginlerine sımsıkı sarılmış, ateşli, keskin bakışlarıyla Mevlâna'yı süzüyor... Süzmüyor, yakıyor!.. Mevlâna ıssız çöllerde, yalnız yapayalnız, yalınayak... Güneş... Güneş sarmalamış her bir yanını... Tutuşturdu bedenini güneş, gönlü yanıyor!.. Yan ey gönül, yan... Dermanın yanmada!.. Mevlanâ irkildi... Bu saçı sakalı karmakarışık, yaşlı, derviş kılıklı adamın, birer kıvılcım gibi şimşeklenen bakışları altında ezildi, ezildi... Ömründe böyle büyüleyici, yakıcı gözleri ilk kez görüyordu... O anda bir kıvılcım çakarak, ikisini de ateşlemiş gibiydi...Kısa, fakat korkunç sükûtu, o meçhul adamın tunç, ağır, tane tane sözleri dağıttı... Adam, ciddi, yüksek bir ses tonu ile; Sen Belh'li Sultan-Ül Ulema oğlu Mevlanâ Celâleddin'sin, değil mi?.. Evet..! Adam, dizginlere daha bir sıkı sarılarak; Bir müşkülüm var, söyle bana...dedi. Kafasındaki soruları, peş peşe sordu, sordu... Mevlâna, tuzak soruların hepsinin cevabını bir bir verdi... Adam, aldığı cevaplar karşısında ezildi, sendeledi, çığlık atarak yere kapandı. Mevlâna'da heyecanlanmıştı. Katırından inerek dervişi kucakladı, yerden kaldırdı... Sanki, yıllar yılı birbirinden ayrı kalmış iki deniz, o anda orada birbirine kavuşuvermişti...Ölüydüm, dirildim. Ağlayıştım, gülüş oldum... Aşk devleti geldi, durup duran, geçip gitmeyen devlet kesildim... 

Dedi ki: Aklı eren bir adamcağızsın; hayallerle, zanlarla sarhoşsun.Aptal oldum, küstahlaştım, herkesten kaçar oldum.Şeyhsin, başsın, önde gidensin, kılavuzsundedi; Şeyh de değilim, önde de değilim; senin buyruğuna kul oldum ben!..Eskimiş aşk, kucağımızdan kalkma, yanımızdan gitme dedi; Peki, tamam dedim, gitmem, oturdum, kalakaldım... Hz. Mevlâna'nın; Peki, tamam dediği, medreseye kapanıp, aylarca baş başa, mana aleminin sırlanmış hücresinde, sohbetlere daldığı, gecesini gündüze, gündüzünü geceye kattığı; Gönlüm can parıltısını buldu, açıldı, yarıldı. Gönlüm senin atlasını buldu da şu yamalı hırkaya düşman kesildim!.. diye Mevlana'ya feryat ettiren, bu pirî fâni kimdi dersiniz?.. Azeri Türklerinden, arif olduğu bilinen Melikdadoğlu Ali adlı birinin oğlu... Tebriz'de doğmuş, orada büyümüş... Küçük yaşından beri değişik halleri, üstün yaratılışı ile dikkatleri üzerine çeken bu kişinin adı; Şemseddin, nam-ı meşhur Şems-i Tebrizi!.. Sırlar aleminin sultanı, Tebrizli Şems!.. Herkes kendinden, kendi şeyhinden bahseder, ona nispet iddia ederek, hakikat yolunda kendisine bir bağ kurar. Halbuki bize, bizzat Allah Resulü, mânâ âleminde hırka giydirdi... Bu hırka, sohbet ve hakikat hırkasıdır. Öyle bir sohbet ve hakikat ki, zaman ve mekânın üstünde... Ne dünü var, ne bu günü, ne de yarını... Aşkın, zamanla, mekânla ne işi var ?.. diyen Tebrizli Şems!... ŞemsTe Mevlâna, bu iki dost; bir buçuk yıldır ilâhi aşkın sırlarını medresede can sohbetlerinde birlikte tadıyorlardı... Mevlana, artık alemi başka bir gözle, can gözüyle görmeye başlamıştı.. Şems, Mevlana'ya semânın zevkini tattırmıştı... Semâ, aşığın gıdasıydı. Semâ'da sevgiliye kavuşmanın tatlı hayâli vardı... Mevlâna, artık gerçek dostunu bulmuştu!.. Dostluk için de şöyle söylüyordu: Gerçek dost, Allah gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine, hoşa gitmeyen hallerine tahammül etmeli, hatasından incinmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Mevlâ, kullarının ayıplarından, günahlarından, kusurlarından dolayı onlardan yüz çevirmez... Konya halkı tarafından çok sevilen, vaazı, dersi, hararetle dinlenen Mevlâna'nın böyle birdenbire ortadan kayboluşu, medreseyi, öğrencilerini terk edişi, müridlerine yüz çevirişi, herkesi tedirgin etmiş, üzmüştü... Buna sebep olan Şems'e de içten içe kin besliyorlardı... Bu ne haldir? Şems denen bu derviş geldi, Mevlana'yı bizden alıp, başka bir aleme sürükledi. Bu Şems dedikleri adam kimdir ki, bunca yıllık müridlerinden soğutsun!.. Olacak şey mi bu?..sözleri çarşıda-pazarda konuşuluyor ve bu sözler, Konya'da kulaktan kulağa yayılıyordu. Bu dedikodular, Şems'in kulağına kadar geldi... 1246 yılının Mart ayı başlarında Şems, ansızın Konya'dan kayboluverdi.. O'nun Konya'ya geldiğini kimse görmemişti... Gittiğini de gören olmadı... Şems'in kayboluşu, can dostunun ani gidişi, Mevlana'yı can evinden yaralamıştı. O'nun gitmesine sebep olanlara kırgındı... Hücresine kapanmış, hicranının ateşinde yanıp, yakılıyordu.. İçindeki volkanın aleviyle (Gel gel) diye iniliyor, aşk dolu en içli gazellerini yine O'nun için yazıyordu:Ey gönlümün nuru, gel!. Ey dileğim, ey maksadım, gel! 

Ey seven, ey sevilen Bilirsin ki yaşamamız senin elinde... Sıkıntı etmeden n'olur gel, İnat etmeden gel... Ey Tebrizli Şems Gel, çabuk gel, n'olur Dur!.. Hayır deme, Sana evet-hayır demek yakışmaz, Gelmek yaraşır..." Mevlâna'nın bu feryadı, bu yakarışı Şam'da bulunan Şems'e kadar ulaştı... Mevlâna'nın oğlu Sultan Veled, yirmi adamıyla Şems'i Şam'dan alarak, Konya yoluna koyuldu... 1247 yılının Mayıs ayının sekizinci günü... Konya'da baharın en güzel günleri... Meram, Meram olalı böylesi bir gün hiç yaşamamıştı ömründe!.. Güller rengarenk, hoyratça açmış... Al, al... Ey sevgili; gel, beni kokla, beni al, beni al... diye... Bülbüller, en güzel nağmelerini bestelemekle meşguller güle... Konya'da şenlik var, baharvar... Ama asıl şenlik, asıl bahar Mevlâna'nın Medresesinde, Mevlâna'nın gönlünde!.. Bu mutlu haberi getiren müjdeciye, üstünde, başında ne varsa vermiş: "Daha ne varsa verin!.." diyor ve en güzel gazellerini O'nun için söylüyordu: Yollara sular dökün, Bahçelere müjdeler verin... Bahar kokuları geliyor, O geliyor, o..." Tellâllar, caddelere, sokaklara dökülmüş bağırıyor: "Şems geliyor!.." Ve... Şems, tekrar Konya'ya geldi... Mevlâna coşmuş, kükremiş aslan gibi sesleniyor:Geldi dostlar, Güneşim, Ay'ım geldi. Başım sarhoş, İçim bir hoş bu gün... Sabahlara dek öldüğüm, Bir demet gül gibi yoluna döküldüğüm, Servi hıramanım geldi... Dert dindi, acılar unutuldu, birer birer, Şu er, Şu güle benzeyen Ne bileyim şekere, bala benzeyen, Cananım geldi. Ey Tebrizli Şems!.. Ey gözümdeki nur, Beni benden aldılar bu gün, Kurulsun dernek-düğün..." Mevlana, bu sefer Şems'i Konya'da devamlı olarak alıkoyma kararındaydı. Yanında büyümüş, iyi bir terbiye almış, küçük yaşından beri kendi evlatlarından hiç ayırmadığı, güzel evlatlığı Kimya Hatun'u Şems'le evlendirdi...Evlilikleri uzun sürmedi... Kimya Hatun aniden rahatsızlandı. Kısa bir süre sonra da öldü.. Kimya Hatun'un ölümü, O'nu çok seven Şems'i perişan etti... Odasına kapandı.. .O'nu tek teselli eden Mevlana'ydı. Şems'in Mevlana'nın yanındaki varlığından, hoşnut olmayanlar, kin ve nifak kazanlarını yeniden kaynattılar... 

Şems'i çekemeyenler, rahatsızlıklarını artık yüksek sesle söylemeye başladılar. Bu rahatsızlıklar, Mevlana'ya kadar ulaştı. Şems, Mevlana'nın kendi yüzünden daha fazla acı çekmesini istemedi. Bir daha ortaya çıkmamasına aniden gözden kayboldu. Derler ki sırroldu... Üç sözden öte değil, Bütün ömrüm şu üç söz: Hamdım, piştim, yandım diye hayatını özetleyen Mevlâna, 17 Aralık 1273 Pazar günü sevgililer sevgilisi ne kavuştu. Cenaze namazını Mevlana'nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı... Ancak Sadreddin Konevî, çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı. Mevlâna, ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen Şeb-i Arûs diyordu. Şeb-î Arûs, 'seven'in 'sevgili'sine kavuştuğu gün!.. Söylediği bir gazelde: Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihanın derdi var sanma... Bana ağlama, yazık yazık, vah vah deme...diyen Mevlâna; yüzyıllar ötesinden sevenlerine şöyle sesleniyordu: Ölümümüzden sonra, mezarımızı yerde aramayınız!.. Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir... Selâmların en güzeli ile binlerce selâm sana, ey yanmış gönüllerin sultanı!...